Basında yer almayan açıdan bir Nobel hikayesi

Tarih 9.12.2015..

Yer Stockholm Büyükelçiliği rezidansı. Ertesi gün aynı şehirde Nobel Ödülü töreni yapılacak. Kimya dalında Nobel alan Profesör Aziz Sancar için Büyükelçilik’te bir kutlama düzenleniyor. Büyükelçi bir konuşma yapıyor ve Aziz Sancar’a Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir hediyesini sunuyor. Ardından açık büfe yemeğe geçiliyor.

Buradan sonrasını aynı törende bulunan Ertuğrul Özkök’ten dinleyelim: (Hürriyet: 10.12.2015)

“Büyük Elçi Kaya Türkmen Hoca’nın kulağına eğiliyor. “Lütfen üst kattaki odaya geçebilir miyiz, sizinle konuşmak istediğim bir konu var!”

Yanlarında Türkiye’den Tören için gelmiş üç bilim kurulu üyesi ile üst kata çıkıyorlar. Büyükelçi odada Sancar’a “sayın Cumhurbaşkanımızın size özel bir mesajı var. Mümkünse sizi Türkiye’ye davet ediyor.”

Sancar, Mayıs ayında bir tören için Türkiye’ye geleceğini ve o sırada kendisiyle görüşmekten memnun olacağını söylüyor. Ancak Büyükelçi, “Buradan direkt Ankara’ya geçemez misiniz” deyince Sancar “Olabilir” diyor.

Hemen oradan Ankara aranıyor ve randevu sağlanıyor..”

 

Ertuğrul Özkök, bu detayı anlatırken  “Büyükelçilik’teki törende, Cumhurbaşkanı ile görüşme randevusu da alındı..” deyip geçebilirdi. Ama geçmiyor.

‘Kulağına eğilme’, ‘Üst kat’ ve ‘oda’ ayrıntılarını da özenle veriyor ve çekiliyor. Ağzı sütten yanmış bir gazeteci olarak bu kadar yapabiliyor. Eyvallah!..

 

Şimdi bu detaya biraz geri çekilip bakılınca ortalık yerde apaçık bir korku ve acziyet görülüyor.

 

Çünkü Sancar’ın Cumhurbaşkanının davetini reddetme riski var.

Bu nedenle bu davet, yemekte herkesin içinde, herkesin şahitliğinde yapılamaz.

Teklif kapalı kapılar ardında yapılmalı. Ancak gerekirse ikna edilmesi için üç bilim kurulu üyesi yedekte olmalı.

Öyle ya; koskoca Cumhurbaşkanının davetine aralarında basın mensuplarının da bulunduğu bir topluluğun önünde “Hayır!” denilmesinin yaratacağı rezalet durum var.

Böyle bir risk var:

Çünkü; Sancar, ödül alacağı açıklandıktan sonra her cenahtan etrafı kuşatılmasına karşın, açık ve net bir şekilde Atatürk hayranlığı, Cumhuriyet ve kimlik konusundaki tercihini beyan ediyor. Gericiliğe ve ırkçılığa prim vermediğini anlaşılır cümleler kurarak belli ediyor. Yakasındaki rozetinden kız çocuklarının eğitimine yönelik söylemlerine kadar net, tutarlı, gerçek bir bilim adamı profili çiziyor.  

Çünkü; Sancar YÖK’e bağlı üniversitelerden birinde, işinden edilme, hatta hapse atılma riskiyle çalışan el altındaki bir öğretim elemanı değil.

Sünkü  Sancar, Tez havuzlarından, yürütme tezlerle, çalıntı sorularla profesör olmuş itaatkar bir ulema değil.

Oysa; evindeki kütüphanede, Ara Güler’e, elinde ters tuttuğu kitaplarla poz veren Cumhurbaşkanı’nın bu bilim adamıyla görüşmeye iç ve dış prestiji için ihtiyacı var. Aslında ihtiyaç ‘birlikte resim vermek’ havasından kaynaklanmıyor.

İhtiyaç, “şer cephelerinin” muhtemel; “Hoca görüşmedi!, Hoca iplemedi!”  kozunu elimine etme aciliyetinden kaynaklanıyor.

Gelelim sonrasına:

Sancar, daveti kabul ediyor ama Kimya gibi analitik bir dalda Nobel almış koskoca profesör. Niyeti ve amacı sezinliyor. Törenden sonra Salı günü Türkiye’ye geliyor. İlk iş olarak son dönemde Cumhuriyet rövanşı, anti-emperyalist duruşu ve NATO’ya olan itaatkarlığının azalması nedeniyle tarumar edilen Ordu’nun fiili Başkomutanı’na, Genel Kurmay Başkanına çıkıyor. Nobel Ödülünü Başkomutan’a teslim ediyor ve diyor ki: 19 Mayıs’ta bu ödülü birlikte Anıtkabire götürmek ve Atatürk’e sunmak istiyorum. Bunu lütfen siz saklayın..

Dikkat edin! Ödülü kime emanet ediyor?

Fiili Başkomutan’a!

Kalıcı olana!

Sonra doğru Anıtkabire gidiyor, Atatürk’ün mazolesine kırmızı karanfil koyuyor. Saygı duruşunda bulunuyor. Dua ediyor.

Sonra Cumhurbaşkanı ile randevusuna gidiyor..

Davete icabet ediyor.

Bu detaylar basında bu pencereden pek yer almadı.

Ama ol hikaye bu..

Işid

Saddam Tek adamdı. Kaddafi gibi kendine özgü bir orta doğu diktatörüydü. Lakin kökten dinci değildi. İran ile yıllarca savaşabilen güçlü bir ordusu vardı. ABD, iki partide Saddam’ı parçalayıp ordusunu tozlarına ayırarak Ortadoğu uzayına savurdu.  O tozlar Ortadoğu uzayında bol miktarda dolaşıp duran dinci taşeron göktaşlarına yapışarak Isid’i doğurdu. Işid Irak’ta körfez savaşında iki milyon insanın öldürülmesinin nefretiyle taban buldu. Bizzat o nefreti yaratanlar tarafından büyütüldü, palazlandırıldı. Kısa sürede dünya kamuoyu nezdinde nefret objesi haline getirildi.  Ardından “Işid ile mücadele” başlığı altında Ortadoğu’da isteyen istediği pozisyonu aldı. Işid, herkesin Işid’i olarak, kendisine gösterilen yerlere yataklar serdi. Sahipler gelip o yataklara uzandı.

Işid’i Batı yarattı. İşi bitince yine Batı ortadan kaldıracak. Bu arada bir sürü günahsız insan da terkedip gidecek şu her yanı yemiş dolu dünyayı..
Kimin umurunda..