Lomboz 29 Ekim Cuma

Yalanla besliyorlar sizi?

Dünya, koskoca bir ulusun beyninin,  Hitler gibi bir zır deli tarafından esir edilebildiğini deneyimleyince, yoğurdu üfleyerek yemeye başladı.
2. Dünya Savaşı 70 milyon can almıştı.

En derin yeri 61 metre olan Sapanca gölünden yan yana 7 tane hayal edin ve 7’si de tamamen insan kanı ile dolu olsun!
İşte, Dünya tarafından zamanında durdurulamayan Hitler’in insanlığa armağanı buydu!

Bu trajik deneyimi yaşayan Avrupa’da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş, hepsi “karşılıklı anlaşma” anlamına gelen sözleşme, pakt, konvansiyon, komisyon, essamble gibi kurumlar tam da ‘bir daha yeni Hitler’ler türeyemesin’ diye oluşturuldu.

Bizim de, katılım tarihimiz itibariyle, kurucu üyelerinden biri sayıldığımız Avrupa Komisyonu 1949’da kuruldu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bunun yargı kanalı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de yine bu ihtimali bertaraf etmek için yapılandırıldı.

Kurucu fikir babası Teitgen: “Hiç kimse yıllar sonrasının geleceğine bakıp kendi medeniyetinin totalitarizm ve diktatörlüğe dönüşmeyeceğini ve ülkesinin böyle risklerden azade olduğunu iddia edemez. Bu nedenledir ki bizler önce davranıp, zamanı geldiğinde alarm çanlarını çalacak bir bilinci ve vicdanı yaratmalıyız. Bu özel vicdan da ancak özel bir Avrupa yüksek mahkemesi yoluyla oluşturulabilir.” diyordu…

İşte, bizim de 49 üyesinden biri olduğumuz ve aldığı kararların kanunlarımızla çelişmesi halinde bile daha önde ve geçerli olduğunu ANAYASAMIZA İŞLEYEREK kabul ettiğimiz Avrupa Komisyonunun en önemli organlarından biri olan AİHM bu kurum!

Gelelim bu güne!

Bu 49 üye ülkeden, yarısı 10 kurucu üye arasında bulunan, diğer yarısı da gözlemci sıfatını taşıyan 10 ülke, sorumlulukları gereği, büyükelçileri aracılığı ile Erdoğan’a ne diyor?

“Arkadaş, AİHM’e ülkenden bazı başvurular var. İçinde ‘senden gelen hakimlerin de çalıştığı’ mahkemelerimiz bu başvuruları inceledi, bazı kararlar aldı. Ama ısrarla bu kararlara uymuyorsun. Lütfen uy! Kuralı bozma! Seni görmezden gelirsek uymayan başkaları da ortaya çıkar! Bu işin altından kalkamayız!”

Erdoğan ne diyor: “Vaay, içişlerime nasıl karışırsın?”

Sonra aynı devletler ikinci bir mesaj yayınlıyor: “Güzel kardeşim! İlk mesajımızın arkasındayız! Bu içişlerine karışmak anlamına gelmiyor. Viyana Sözleşmesi 41’e göre  böyle bir hakkımız var!” mealinde, tekrar ilk uyarının altını çiziyor!

Erdoğan ve yandaş basın ne diyor?
“Bakın nasıl geri adım attırdık! Yedi düvelin sırtını nasıl yere vurduk!”

Halbuki çocuğa anlatsan anlar!
Öyle bir sıkışmışlık var ki, halkın anlamadığını sanıyorlar.
Gürültüyle ‘yediririz’ sanıyorlar.

İnsaf!
Ayıptır, yazıktır, günahtır!
Dört yıldır içeride tutulan;
iddianamesinde dişe dokunur tek bir madde olmadığını bütün aklı başında hukukçuların ortaya koyduğu;
özgürlüğü gasp edilmiş; boşlukla mücadeleden yılmış;
artık kendisini savunmamaya karar vermiş bir vatandaş var!

Onu savunanlar Türkiye düşmanı kafir!..
İçeride tutanlar, yerli, milli müslüman!
Öyle mi?

Evden kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor! Kapının altından kan sızıyor!
Apartman yöneticileri kapıya dayanmış. Elinde baltayla kapıyı açan adama
“Yapma, karına, çocuklarına eziyet etme!..” diye uyarıda bulunuyor!
Kapıdaki adam: “Karışmayın, benim karım, benim çocuklarım, asarım da keserimde!” diyor.

Kaldı ki;
Erdoğan’ın vaktiyle hapse girdiğinde başvurduğu, adli sicil kaydının temizlenmesi için başvurduğu, milletvekili seçilebilmek için üç kez başvurduğu AİHM aynı AİHM..

Sen başvururken hak dağıtan bu kurum, şimdi nasıl oluyor da başvuranın vatan haini, yargıçlarının da işbirlikçi olduğu bir ‘dış güç’ haline dönüyor?

Anayasamızın 90. Maddesinde: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” yazıyor.

“AİHM kararlarını tanımak zorunda değiliz!” diyebilmek için, önce Anayasa’dan ve yasalardan ilgili maddeleri çıkarmak ve kurucusu sayıldığımız Avrupa Komisyonundan çıkmak gerekiyor.
Bunu yapabilecek petka var mı?..
Nokta!
Devamını Oku

Saçim Havası

Dünya, Hitler gibi bir deli tarafından, koskoca bir ulusun beyninin esir alınabildiğini deneyimleyince, yoğurdu üflemeye başladı.
Çünkü 2. Dünya Savaşı 70 milyon can almıştı.
En derin yeri 61 metre olan Sapanca gölünden 7 tane hayal edin ve tamamen insan kanı ile dolu olsun!
İşte Hitler’in insanlığa armağanı buydu!

Bu acı deneyimi yaşayan Avrupa’da 2. dünya savaşından sonra kurulmuş, hepsi karşılıklı anlaşma anlamına gelen pakt, konvansiyon, essamble, sözleşme gibi kurumlar tam da yeni Hitler’ler oluşmasın diye oluşturuldu.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bunun yargı kanalı  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de yine bu korkularla kuruldu.


Kurucu fikir babası Teitgen: “Hiç kimse yıllar sonrasının geleceğine bakıp kendi medeniyetinin totaliterizm ve diktatörlüğe dönüşmeyeceğini ve ülkesinin böyle risklerden azade olduğunu iddia edemez. Bu nedenledir ki bizler önce davranıp, zamanı geldiğinde alarm çanlarını çalacak bir bilinci ve vicdanı yaratmalıyız. Bu özel vicdan da ancak özel bir Avrupa yüksek mahkemesi yoluyla oluşturulabilir.” diyordu…

İşte, bizim de Avrupa Konvansiyonu üyesi olarak 49 üyesinden biri olduğumuz ve aldığı kararların kanunlarımızla çelişmesi halinde bile daha önde ve geçerli olduğunu ANAYASAMIZA İŞLEYEREK kabul ettiğimiz AIHM bu!

Gelelim bu güne!

Bu 49 üye ülkeden 10’u,  Büyükelçileri aracılığı ile  Erdoğan’a ne diyor?
“Arkadaş, AIHM’e ülkenden bazı başvurular var. İçinde senden gelen hakimlerin de olduğu mahkemelerimiz bu başvuruları inceledi, bazı kararlar aldı. Ama ısrarla bu kararlara uymuyorsun. Lütfen uy! Kuralı bozma! Seni görmezden gelirsek uymayan başkaları da ortaya çıkar! Bu işin altından kalkamayız!”

Erdoğan ne diyor: “Vaay, iç işlerime nasıl karışırsın?

Sonra Aynı devletler ikinci bir mesaj yayınlıyor: Arkadaş, söylediklerimizin arkasındayız! Bu içişlerine karışmak anlamına gelmiyor. AIHM kararlarına uyman gerekiyor!” diye tekrar uyarının altını çiziyor!

Erdoğan ne diyor?
“Bakın nasıl geri adım attırdık! Yedi düvelin sırtını nasıl yere vurduk!”

İnsaf!

Ayıptır, yazıktır, günahtır!
Dört yıldır içeride tutulan, iddianamesinde dişe dokunur tek bir madde olmadığını bütün aklı başında hukukçuların ortaya koyduğu, özgürlüğü gasp edilmiş, boşlukla mücadeleden yılmış, artık kendisini savunmamaya karar vermiş bir vatandaş var!


Onu savunanlar Türkiye düşmanı kafir!..
İçeride tutanlar, yerli, milli müslüman!
Öyle mi?

“Sen de kimsin! Kararlarına uymak zorunda değiliz!” diyor
Erdoğan’ın vaktiyle hapse girdiğinde başvurduğu bu AIHM..
Erdoğan’ın vaktiyle Adli sicil kaydının temizlenmesi için başvurduğu bu AIHM..
Erdoğan’ın vaktiyle millet vekili seçilebilmek için başvurduğu bu AIHM..

Şimdi, başvuranın vatan haini, yargıçlarının da işbirlikçi olduğu aynı AIHM!

Oysa Anayasamızın 90. Maddesi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” diyor.
Nokta!

..

 

 

Bu haftanın karikatürleri

LOMBOZ 24 EKİM 2021 PAZAR

 

İstif çarkı!

Diyelim ki bir muz cumhuriyetinde en üst düzey yöneticisiniz. 

Ülkenizin kasasından indiregandi yaptığınız milyarlarca dolar paranız var.  

Yokmu böyle yöneticiler?
Gidin Afrika’ya, Ortadoğu’ya Güney Amerika’ya çuvalla!..

Devamını Oku

LOMBOZ 22 Ekim 2021 Cuma


Ali Türkşen Albayımın örgülü sakalı!

Nadir olarak başardığım bir, ‘uzaktan kumandayı ele geçirme’ seansında, kanallar arası zaplama histerisine girmiştim ki aniden onu gördüm!
Bir anda kumandayı elimden bıraktım!

Ekranda emekli Albay Ali Türkşen konuşuyordu!
Konuşuyordu ama benim vizörümden, sadece sağa sola oynayan at kuyruğu örgülü, ucunda gümüşi bir yüzükle boğulmuş, püsküllü bir sakal görülüyordu.

“İşte! Benim aradığım da bu!” dediğimi hatırlıyorum.

Gözlerim sakallara kitlenmişti!
Hani ilkokula giden kızların saçı arkadan tekli at kuyruğu şeklinde örülür de, çocuk seksek adımlarla yürüdükçe kuyruk bir sağa bir sola savrulur ya;
Heyecanla konuştukça, Albayımın at kuyruğu sakalının, ponpon yağlı boya fırçası şeklindeki püskül kısmı aynı o şekilde bir sağa sola ahenkle sallanıyordu.

Pandemi döneminde gereksiz hale gelen günlük traş olma işini bırakıp, keçi sakalın sırrını, yani açıkçası keçi sakal bırakmanın nasıl bir ‘tembel işi’ olduğunu keşfedince epeyce rahatlamıştım.
Benim nezdimde keçi sakal, iki tıraş bıçağı darbesiyle tıraş olma hissini tamamlayan; ampulün keşfi gibi, sağlam bir buluştu.


“Keçi sakalını kes!” diyen 12 Eylül darbecilerinin baskısına eyvallah etmeyip, üniversiteyi ve hocalığı terk eden Prof. Emre Kongar’ın ne kadar akıllı bir adam olduğunu, pandemi döneminde keçi sakal bırakınca anlamıştım…
“Yıllarca boşa ıstırap çekmişiz!” deyip durdum kendi kendime.

Şimdi, Ali Türkşen’in at kuyruğu örgülü sakalı benim için, bu cezbeli konfor alanını terk ettirecek kadar önemli, ikinci bir devrimdi.

Gerçi sakal “rol çaldığı” için Albayımın hiç bir dediğini anlamadığımı da farketmiştim ama bunun ne önemi vardı ki?

Varsın kimse benim dediğimi de anlamasın!
Belki başımın derde girmeme garantisi bile olabilirdi bu durum.
Misal, bizim Yavuz’un da konuşurken metronom gibi sağa sola sallanan, örgülü, püsküllü bir sakalı olsa;  ‘bi de bunu izle’yenler, sakalı izlerken hipnoza girip onun ne dediğini anlamasa; böylece o da iki de bir açılan davalardan, adliyelere gidip gelmekten kurtulsa fena mı olurdu! 

Evet, keçi sakalın rahatlığından feragat etmiş olacaktık; hergün tara, ör, çöz, bağla gibi ekstra iş çıkaracaktı ama ne gam! Sakalla uğraşmasak, uğraşacak iş mi vardı ortalıkta?


Hızlı ve ani bir kararla, mevcut keçi sakalımı, örülebilme yetkinliğine gelene kadar, en az birkaç ay daha uzatmaya karar verdim ve durumu derhal, örnek kişiyi de “Aha budur!” diye göstererek Aysel’e tebliğ ettim!


Aysel on, onbeş yirmi saniye kadar anlamsız bir ifadeyle yüzüme baktı -Yemin ediyorum, bu süre zarfında, gözlerinde işlem yapan bilgisayarın daire çizen gif’inin dönüp durduğuna ben şahsen şahit oldum- sonra kararlı ve stabil bir ses tonuyla: 

“Ben böyle şeylerle uğraşamam! Bu ellerle yemek yapıyorum! Kendin örersin!” diye kestirip attı! 

Aslında düşündüm! 

Önce Ali Türkşen Albayım ve ondan görerek sonra da ben, neden bu örgülü, püsküllü sakala meftun olmuştuk!
Gerekçemiz sadece; pandemi ortamında tesbih çekmek yerine at kuyruğu örgülü sakalın püskülünü sıvazlamanın daha hijyen bir yaklaşım olması gibi palyatif ve içsel yönelime mi dayanıyordu?

Yoksa; savaşçı ruhumuzu yaratan genlerimizde mi vardı bu tutku?

Yani ne demek istiyorum; Japon Samuraylarda, eski Moğollarda hatta Osmanlı askerlerinde örgülü saç ya da saçı topuz yapma geleneği vardı. 

Busbecq’e göre at kuyruğu saç yeniçeriler arasında da modaydı.


Savaşçılardaki bu geleneğin sebebi şuydu: 

Savaşçının en kutsal uzvu, yeniden dünyaya gelirken sahip olacağı tek eski parçası kellesiydi: “Ey düşmanım!” diyordu savaşçı, “Maharetli bileklerinle aramızdaki mücadeleyi kazanıp, kılıcınla kellemi kesebilirsin! Ama savaş alanını temizlerken o kelleye saygı göster! Neticede o da bir savaşçı kellesi. Tekmeyle, kürekle sürükleyerek hakaret etme! Parmağını gözüme burnuma sokma!. 

Ya ne yap?

Saçımın topuzundan tut, adam gibi, efendi efendi taşıyıp kazdığın çukura at!”


Sonra yine düşündüm.
Kardak Kayalıklarına bayrak diken Sat komandosu Albayımın durumu böyle olabilirdi… Ama bırak savaşçılığı, en ufak sıkışmada anında, tehlike mahallinden en az bir meridyen öteye ‘fıy’an ben kulunuzun böyle bir gerekçeye sahip olması mantıksızdı.

Yahu ben, Rize’de heyelan oluyor diye o saat, Samsun’dan Çorum’a kaçmış adamım!..

Evet!

Tek ortak noktamız ikimizin de ‘kel’ olmasıydı. 

Lakin gerekçelerimiz farklıydı.

Albayımın savaşçı genleri, saçı olmadığı için sakalını at kuyruğu şeklinde örmesi için içgüdüsel bir istek yaratmış olabilirdi.

Benim ise oynayacak saçım olsa belki onunla oynar, at kuyruğu şeklinde onu ördürürdüm!
En azından bizim Muammer müdür gibi arkadan topuz yaptırırdım!

Ama saçın yoksa neyinle oynayacaksın?
Vermeyince mabud neylesin mahmut!

 

 

Almanya yollarında tek bir TOGG var mı?

Geçen hafta Almanya Başbakanı Merkel, veda ziyaretleri kapsamında, sınırları dahilinde iki buçuk milyon Türk’ün yaşadığı bir ülkenin lideri olarak nezaket icabı,  Türkiye’ye de uğradı. 

İki lider Bir basın toplantısı yaptı.
Erdoğan; muhalefet kalesinin doksanına bir dömivole çakayım hesabıyla, “Koalisyon hükümetleri olmamış olsaydı Almanya-Türkiye ilişkileri daha farklı bir yere ulaşabilirdi. Koalisyon hükümetleri çalışmayı her zaman zorlaştırıyor.” dedi.

Yani Almanya ile yaşanan son dönemlerdeki verimsiz ilişkilerin sorumluluğunu oradaki yönetim yapısına bağlamaya çalıştı.

Sandı ki, Merkel “Evet yaa, malesef biz tek adam işini sizin gibi beceremedik diyecek!”

Merkel nazik bir şekilde, “Koalisyonlar bizim yapımıza uygundur. Biz bir başkanlık sistemi uygulamak istemiyoruz.” diye yanıt verdi.

Halbuki, hangisinin daha iyi olduğunu, anlamak için bir kasalara, bir de yollara bakmak yeterliydi.

Almanya’nın kasasında iki yıllık toplam milli hasılası kadar ‘yedek akçesi’ var.
Bizim ise malum. Merkez Bankası bile denize dalmış, dipten kum çıkarıyor!


‘Varlık Fonu’ denilen “devlet kumbarasını” bile borçlu duruma sokmuşuz!
Ötesi var mı?

Caddelerimizdeki araçlara şöyle bir bakın, metrekareye kaç Audi, BMW, Mercedes; kaç Volkswagen, Opel, Seat; kaç Skoda, Porche düşüyor?

Almanya’da tek bir Togg var mı?

Ya, Merkel, kendisini eziklemeye çalışan Reyiz’e, “Cuma’ya giderken konvoyunda yer alan Alman otomobillerini bi say da bizim koalisyon sistemimizi öyle küçümse!” deseydi, itibardan tasarruf işi nece olacaktı?

Allahtan Merkel’in kafası o kadar çalışmıyor da…

—  

 

 

Ordunun içinde şeyh, şıh, tarikat mensubu olabilir mi?

Ordu, bir uzmanlık alanıdır.

Tapu Kadastro Müdürlüğü de bir uzmanlık alanıdır.

Ama Tapu Kadastro Müdürlüğünde, yapılan bir yanlış ülkeyi savaşa sokmaz!

Ordu, emirin demiri kestiği ve ancak böyle olduğunda her şeyin yolunda gittiği bir iş koludur. Komutanının dışında bir merkezden emir alma ihtimali olan bir ordu mensubu “elmanın kurdudur.”  Elmaya bir kere kurt girdi mi elma çürür!

Keşke dünya, ordulara hiç gerek duyulmayan bir ütopyayı gerçek kılabilse.
Keşke en sivilimiz, en entellektüelimiz; ömrü bir asker olarak savaş meydanlarında geçmiş ve “Mecbur kalınmadıkça savaş cinayettir!” cümlesini kurmuş olan Atatürk’ün yüzde biri kadar anti militarist olabilse..  

Paratoner yıldırımı çekmez. Bulunduğu çevrede yıldırım oluşumunu engeller.
Bizim coğrafyamızda güçlü ama aynı zamanda ‘sağlıklı’ bir ordunun mevcudiyeti bir savaş paratoneri görevi görür. Savaş kazanmak için değil; ‘savaşın oluşmamasını sağlamak’ için zorunludur.


Ancak güçlü ve aynı zamanda akıl sağlığı yerinde bir ordu barışı sağlayabilir.
“Efendim, İsveç, Norveç… Neredeyse ordusu yok!” diyenler var.
Coğrafya kaderdir!
Sakin bir nehir teknesinin omurgası ile dalgalı bir denizde seyredecek teknenin omurgası tabii ki aynı sertlikte olmaz!

Evet, askerlik, bir uzmanlık alanıdır.
O alanın eğitimi, tecrübesi, gerektirdiği zihinsel ve fiziksel yetenekler kendine özgüdür.

Aynı tıp gibi… 

Kalp ameliyatı için ortopedi uzmanına gider misiniz?

Emir komuta zincirine değil de, tarikat liderine bağlı “askerlerin”, nasıl kendi meclisini bombaladığını 15 Temmuz’da izledik.

“Ülkenin malzemesi neyse ordunun, güvenlik kurumlarının malzemesi de odur” anlayışı ile orduda, liyakat dışı bir kadrolaşma, tartışılması bile abes olan bir konudur.
Nohut kadar aklı olanın, “Böyle bir şey olmaz! Olmamalı!” demesi gerekir.

LOMBOZ 17 EKİM 2021 PAZAR 


Dört ayda on bin mektup?

Reyiz, o pür-nur sesiyle şarkı, türkü söylediği Adana Gençlik toplantısının, soru-cevap bölümünde, gençlerden birinin “Cezaevi günlerinde ne yapıyordunuz?” sorusuna:
“Gündüz ziyarete gelenlerle görüşüyor, geceden sabah ezanına kadar bana gelen mektuplara cevap yazıyordum dedi ve “Böyle böyle tam on bin mektup yazdım!” diye, on binin üzerine vurgu yaparak ekledi. 

Devamını Oku

LOMBOZ 15 EKİM 2021 CUMA

Post Truth’un bir tık üstü.

Post Truth nedir?

Misal: iktidarın, muhalefete, uyduruk bir vaka üzerinden yüklenmesi demektir.

Peki ‘post truth’un bir tık üstü nedir?
O da dünyada ilk bize nasip olmuş bir hadisedir..

Yine misal: İktidar olarak muhalefete muhalefet etmek için, muhalefetin söylemesini arzu ettiği, ama muhalefetin söylemediği bir cümleyi kendisi söyleyerek ama sanki onu muhalefetten duymuş gibi davranarak, muhalefete bu cümle üzerinden yüklenme hadisesidir?

Biraz karışık oldu biliyorum. 

O zaman örnekle açıklayayım!

Devamını Oku

Haftanın karikatürleri

LOMBOZ 10 EKİM 2021 PAZAR

(GazetePencere’de, lomboz köşesinde 10 Ekim Pazar günü yayınlanan yazı ve karikatürler.  Paylaşmak  güzeldir. )

 

İyilik bulaşıcıdır

Boji, çoğunuzun bildiği gibi İstanbul metro ve otobüslerinde, o durak senin bu semt benim, biletsiz, jetonsuz turlayan bir sokak köpeği…

Kafasına göre binip indiği metro, otobüs ve şehir hatları personeli ve bazı yolcular onu uzun süredir tanıyordu ama medyaya düşünce bir anda dünya çapında meşhur oldu.

Devamını Oku

LOMBOZ 8 EKİM 2021 CUMA

Temassızlık var! 

Komşu, asansörde: “Sen bilirsin abi, koca Facebook niye çökmüş?” diye sordu..

Hiç duraksamadan “temassızlık!” dedim.

“Temassızlık var!”

Sonra konu teknik olduğu için biraz daha açtım!

“Misal, bir temassızlık olsa bu asansör durur. Biz de temassızlık giderilene kadar burada kalırız!”

Komşu belirli belirsiz “mazallah!” dedi. Anlamış gibi başını salladı. 

Anladı mı bilmem!

…  Devamını Oku