Ayın Karikatürleri

LOMBOZ 20 OCAK 2023


Müjdat Gezen sahneyi bırakabilir mi?

Tam tarihini ve tüm detaylarını hatırlamıyorum.
Zülfü Livaneli ustanın, bu iktidarın ilk yıllarında, tüpçünün eline geçmezden önce VATAN gazetesinde yayınlanan, Adolf Hitler ve Charlie Chaplin arasındaki “sıcak savaşı” konu alan müthiş bir makalesini okumuştum. Hatta bir ara o makalenin bir bölümünü yine bu sütunlarda paylaşmıştım.


Makalede; 20. Yüzyıl’a damgasını vuran, aynı yaşlarda, aynı dönemde yaşamış, ufak tefek oluşları, badem bıyıklarıyla birbirine benzeyen, kitleleri etkileme yeteneği olan bu iki figürün tarihte bıraktıkları izden bahsediyordu Livaneli.

Şöyle anlatıyordu:
“Hitler, Şarlo’nun Almanya’ya girişine izin vermemiş, filmlerini yasaklatmıştı. 
Yakınlarına “O bir oyuncu değil, politikacı…” diyordu. Şarlo’nun Hitler hakkındaki yorumu ise şöyleydi: “Hitler çağımızın en büyük oyuncusu.” 


Politikayla oyunculuğu bir arada yürüten bu iki adamdan biri gücünün doruğunda, ülkeler zapteden bir ordunun komutanı, diğeri ise dünya halklarını güldüren bir 

palyaçoydu.


Hitler’in yıldırım orduları, SS’leri, savaş uçakları, gaz fırınları vardı. Hiç yıkılmayacak gibi görülen bir dünya düzeninin başında mağrur ve muzaffer duruyordu.

Şarlo’nun ise başı beladaydı. Filmleri yasaklanıyor, Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komisyonu onu Kışkırtıcılık ve provokatörlükle suçluyordu. Şarlo Komisyona bir telgraf çekmişti. “Evet! Ben bir kışkırtıcıyım, bir barış kışkırtıcısı!”

Livaneli, “Bugünden baktığımızda, geleceğe devredeceğimiz miras Şarlo denen o ufak tefek adamın varlığıyla onurlanıyor… 

Bu gün Şarlo’nun olağanüstü gücüyle Hitler’in zavallılığını yanyana getirebilir misiniz hiç?  İşte bu mucizeyi sağlayan şey insanoğlunun vicdanı.
İmparatorlukları, zulüm krallıklarını deviren mekanizma, insanın daha iyiye daha güzele ve daha doğruya olan inancı.” diye devam ediyor ve, “Eğer böyle olmasaydı, Hitler’ler hep başımızda kalırdı, Şarlo’lar da hep sürünürdü” diye bitiriyordu makalesini.

Livaneli’nin bu yazısında bahsettiği Charlie Chaplin’in yerine, birkaç gün önce artık sahneleri bıraktığını açıklayan Müjdat Gezen’i koyarak konuyu güncelediğinizde “mana ve meal”in hiç sırıtmadığını göreceksiniz!..

Her ne kadar o günün koşulları ile birebir benzemese de aynı anlamda bir büyük hikaye ile karşılaşacaksınız.

Müjdat Gezen’in, tıpkı şarlo gibi “barışı, adaleti, özgürlüğü kışkırttığı” için yasaklanan gösterilerinin, kapatılan okullarının, beyaza beyaz, siyaha siyah dediği için mahkeme koridorlarında süründülüşünün, bu ülkenin gençlerinin geleceği için verdiği mücadelenin hikayesinin Şarlo’nun hikayesinden büyük bir farkı olmadığını görecek, ileride vicdanı olan insanların gözünde, tarihin bugünkü kesitini onurlandıran insanların ilk sıralarında Müjdat Gezen’lerin yer alacağını hissedeceksiniz. 


Gelelim başlıktaki soruya:
Üretimi ne olursa olsun, yaşadığı çağa karşı sorumluluklarını ciddiye alan, üslubu ile tavrı uyumlu, samimi bir mücadele veren bazı sanatçıların sahneleri büyür.
Sahneleri dünya olur.
 

 Müjdat Gezen gibi ‘sahnesi yaşadığı dünya’ olan bir usta sahneyi bırakabilir mi?

Ölene kadar bırakamaz!

Ömrü uzun olsun…

 

 

Günün Tweeti

Aklımdaki soru:
14 Mayıs günü yapılacak seçimi Erdoğan kaybederse,

AKP çıkıp;

“Aday olması anayasaya aykırıydı” diye Yüksek Seçim Kurulu’na başvurup seçimi tekrar ettirir mi?
Murat Muratoğlu/Ekonomist

 

 

EYT’lilerin sorunu!

EYT’lilerin sorunu diyorlar!

EYT’lilerin ‘sorunu’ yok!

EYT’lilerin, bizzat ‘Erdoğan Hükümetleri Serisi’ tarafından uğratıldığı bir haksızlık var!

EYT’liler; maaşlarına zam, atama, tayin, teşrifat istemiyorlar!

Sadece, alenen uğratıldıkları haksızlığın giderilmesini istiyorlar.

Peki, bu abiler mi giderecek bu haksızlığı?

Ne demiş Einstein?

“Bir sisteme, giren maddeyi değiştirmeden, farklı sonuç çıkmasını beklemek aptallıktır!”

Siyasal islamcı yönetimlerin net fotoğrafı

Bir gemi, ne kadar büyük olursa olsun tabanında küçük bir delik varsa, yeterli bir sürede batar.

Mürettebat, o deliğe boşverip, geminin başka yerlerinde başka delikler aramaz.

2009 yılında, Ergenekon, Balyoz kumpaslarında, Zir Vadisinde, misal on yıl önce toprağa gömüldüğü iddia edilen askeri mühimmatın sarılı olduğu gazetelerin bir hafta öncesinin gazeteleri olduğu görüldüğünde, ya da aynı seri numaralı askeri malzemenin üç ayrı kazıda bulunduğu tutanaklara geçirildiğinde o iş bitmişti.
Olayın siyasal islamcı bir örgüt tarafından hazırlanmış bir kumpas olduğunun anlaşılması için tek bir sahte kanıt yeterliydi.

Memleketin kahir ekseriyesi anlamazdan, görmezden geldi.

İran, geçtiğimiz Cumartesi günü, Alireza Akbari isimli, 61 yaşındaki eski bir bürokratını ajanlık suçlamasıyla idam etti.
Aynı zamanda İngiltere vatandaşı olan Akbari’nin idamına İngiltere çok kızdı.

İdamdan sorumlu gördüğü İran Başsavcısı Cafer Montazeri’nin İngiltere’deki malvarlığını dondurduğunu açıkladı.

İran’daki siyasal islamcı yönetim ve bürokrasinin resminin nasıl bir resim olduğunu anlamak için İran İslam Cumhuriyeti’nin başsavcısının İngiltere’de, dondurulacak kadar mal varlığı olması dışında bir bilgiye ihtiyaç var mı?

Afganistan’ın siyasal islamcı yönetiminin fotoğrafını net görebilmemiz için, ülkedeki kız çocuklarına okumayı yasaklayarak, onları okul kapısından ağlata ağlata geri çeviren Taliban sözcüsünün, kendi kız çocuklarını yurt dışında okuttuğu itirafından başka örneğe ihtiyaç var mı?  

Suudi Arabistan’daki siyasal islamcı yönetimin fotoğrafını net görmek için, Kraliyet ailesinin, her saat 10 milyon dolar artan servetinin tamamına yakınının ABD banka ve piyasalarında olduğunu görmek yetmez mi?

—  

Türkiye’deki siyasal islamcı geçinen yönetimin fotoğrafını net görmemiz için, Halkbank davasında, ABD yaptırımları arasında, bir tehdit mahiyetinde de olsa, “Erdoğan ve ailesinin mal varlığının araştırılması” başlıklı bir maddenin bulunması yetmez mi?

–-

Gemiyi, zeminindeki tek bir delik batırır.
Başka delik aramanın manası var mı?

 

LOMBOZ 13 Ocak 2023

Eeyy Dünyanın Zenginleri!

“Bir insanın rahat yaşaması için ne kadar para gerekli?”
Gazeteci Meliha Okur, bu soruyu, Radyo Sputnik’deki programında Dilek Sabancı’ya sordu.


Dilek Sabancı kim?
Her ne kadar patronlarla uzlaşmaz çelişkisi olsa da, gençlik dönemimizde bizim solcuların da sempatiyle izlediği, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en komik patronu, merhum Sakıp Ağa’nın kızı!

Dilek Sabancı soruya: “Fazlasına gerek yok! 50, 100 milyon dolar yeterlidir. Bir evin bir araban olur, istediğin zaman istediğin yere seyahat edersin!”  diye cevap verince sosyal medyada kızılca kıyamet koptu!

Bir kesim:
“Vay sen bir Türk zengini olarak, mutlu yaşamayı nasıl dolara endekslersin?”

“Bankaların tüketici kredisi verirken bile tüketiciyi ‘Bak dolar almayacaksın ha, ölümü gör!’ diye yemin ettirdiği şu Kur Korumalı Mevduat günlerinde nasıl mutluluğu dolarla ifade edersin?” derken, diğer kesim:

“Vay biz ekmek alacak parayı bulamazken sen nasıl 50 milyon dolara, 100 milyon dolara ‘eh işte!’ dersin?” diye yaylım ateşine geçti.


Sanki 10 milyon Türk Lirası yeter dese, sorun olmayacak!

Dilek Sabancı, hemen ertesi gün özür diledi.
“Meramımı, sehven başka bir para birimiyle ifade ettim!” dedi..
Mevzu kapandı!

İşi, her ne kadar Sabancı ailesinin sosyal sorumluluk projeleri üreten vakfını yönetmek olsa da; ne bu gereksiz lince maruz kalan Dilek Hanım, ne de onu eleştirenlerin büyük çoğunluğu, meselenin özünü doğru görememişler!

Para biriminde ya da miktarında takılıp kalmışlar!

Bu arıza sadece bizde değil!
Dünyanın kahir ekseriyesinin bir türlü anlayamadığı şey şu:

Rahat ve konforlu yaşamak başka şey, mutlu yaşamak başka şey!

Artı, mutlu olmak salt kendini mutlu etmeye çalışmakla sonuca ulaşılabilecek bir hedef değil.

Çünkü mutlu olmak bireysel bir mesele değil!..


Ey dünyanın zenginleri!
Eyy saraylarda, malikhanelerde yaşayan, varlıkları para olan yoksullar!

Etrafında mutsuz insanların oluşturduğu bir çemberde yaşamak, kenarları aç timsahlarla dolu, durgun ve güzel bir gölde yüzmeye benzer.
Stresiniz, yüzmekten aldığınız hazzı bastırır.
Çünkü stres hormonlarınız devrededir.
Timsahlara yem olmasanız da kalpten gitme ihtimaliniz yüksektir!
Ne 11 Eylül’leriniz biter, ne sokak katliamlarınız!..
50 korumayla hiç bir geziden zevk alamazsınız!

Anlayın şunu artık!

Gerçek mutluluk almakla, kazanmakla değil paylaşmakla yaşanır.
Paylaşmaktan haz almak, çalışılmış bir bilinç seviyesidir.
Sonuçta mutluluk, kandaki hormonlarla tezahür eden bir kimyasal durumdur.
Paylaşan insan, mutluluk hormonları salgılar.
Endorfin, epinefrin, oksitosin salgılar…

O hormonlar sadece sizi mutlu etmekle kalmaz.
Kanserden korur. Kalp krizinden korur..

Savunmanızı diri tutar. Hastalıklardan, bulaşılardan korur.
Bazı yoksunluklarınız olsa bile sadece paylaşarak mutlu olabilirsiniz.

Paylaşmayan bir dünyanın gelecek güvencesi yoktur!

Gelecek güvencesizliği fakirde de zengin de de aynı desibelde mutsuzluk yaratır.
Gelececek güvencesi olmayan insanların çoğunluğunu oluşturduğu bir dünya, ne zengini ne de fakiri mutlu eder!

Ameliyatı da asistanlarla mı yapacaksınız?
Bütün ayarlar yavaş yavaş ve itina ile bozulurken ‘serbest hekimleri’ atlamak olur muydu?

Tabii ki olmazdı!..

Sağlık Bakanlığının serbest hekimlere yönelik, özellikle de cerrahları etkileyen bir acaip yönetmeliği geçtiğimiz hafta yürürlüğe girdi.

Olayın özeti şu:

Türkiye’de 9 bin serbest hekim var.

5 bin’i aynı zamanda cerrah..

Bu cerrahlar operasyonlarını, operasyonun niteliğine uygun hastanelerde, o hastanelerle anlaşma yaparak gerçekleştiriyorlar.


Bundan sonra bu cerrahların sadece 500’ü, operasyonlarını hastanelerde yapabilecekler.

Neden?

Bilmem..

Bizim yöneticilerle ilgisi yok!

Öyle istedi Roma İmparatoru Caligula..

4.500’ü, ağzıyla kuş tutsa, konusunda dünyanın en usta cerrahı olsa hastasını ameliyat edemeyecek.

Dünyanın her yerinden hasta çeken, ülkeye döviz kazandıran bu işinin uzmanı cerrahlar ne yapacak?

Bildiniz!.. “Bırakınız giderlerse gidecekler..”

Bu tecrübeli uzman cerrahları yabancı ülkeler havada kapar.. 

Onlara birşey olmaz.

Olan yine bize olacak!

Hayır, paramız yetmese de seçeneğimiz vardı.

Artık o da olmayacak!  

Vesayet

Vesayet, bir gücün siyaseti ele geçirmesi ve onu kamuoyunun taleplerini umursamadan, kamuoyunun aleyhine olmasına aldırmadan yönetme hevesidir.

Bu heves sadece, bellerinde taşıdıkları kılıçların ucuyla istedikleri gibi sınır çizebilme gücüne sahip olduğunu düşünen, süslü apoletlerle bezenmiş, haki üniformalı, ‘cool’ duruşlu asker abilerde tezahür etmez.

Vesayet, uygun demini, verimli ortamını bulduğunda, ata yakalı, pudra beyazı gömlekleri, iğneli kravatlı lacileriyle, takım elbiseli zevatın içerisinde de filizlenebilir.

Vesayet, bir kıyafet meselesi değil bir aykırı bilinç durumudur.
Vesayet, bazen kutup, bazen de elbise değiştirir

Genç Mustafa Kemal’e, ilk suikast girişiminin; daha bir Osmanlı Paşası iken, gizli İttihat ve Terakki toplantılarında, ısrarla sergilediği vesayet karşıtlığı yüzünden, Beşiktaş, Akaretler’e inen yokuştaki Bezm-i alem Valide Sultan Çeşmesinin tam karşı kaldırımında yapıldığını biliyor muydunuz?

Zaman geçer.

Cumhuriyet Devrimlerinin en ateşli dönemlerinde, Amerikalı bir gazeteci Atatürk’e sorar:
“Sizin için diktatör diyorlar, ne diyorsunuz?”

Atatürk gayet sakin başını sallar..
“Evet, doğru diyorlar!” der…
Amerikalı gazetecinin, hiç beklemediği bu kabulün şaşkınlığı henüz yüzünde asılı dururken, “bir farkla!…” diye devam eder Atatürk…
“Biz demokrasiyi dikte ediyoruz!” 


Haftanın Tespiti

“Türk yargısı bugün, kendi Fetullahçılarını koruyup, karşıtlarına Fetullahçılık yaftasını giydiren bir aparata dönüştürülmüştür!”

Barış Terkoğlu / Gazeteci

LOMBOZ 6 Ocak 2023

 

 

Patella refleksi..

İnsan vücudundaki sinirler saniyede ortalama 70 metre hızla elektriksel iletim yaparlar.

Ortalama 1,70 boyundaki bir insan, ayağını bir zemine bastığında, o zeminin duygusunu, 24 milisaniyede beyninde hisseder. 

 …

24 milisaniye, bir saniyenin binde 24’ü anlamına gelen müthiş bir hızdır.
Göz açıp kapama, bu hızın yanında kağnı hızı gibi kalır.

Sinirlerimizin iletim hızının daha iyi anlaşılabilmesi için saatte 250 kilometre hız yapan bir otomobili düşünün!.. 

Sinir iletimiz bu otomobili sollar…

Ancak; üç buçuk milyar yılda deneye yanıla bu mükemmel hale ulaşmış, canlıların en gelişmişi olduğu varsayılan bir ‘memeli’ye bu hız da yetmez!

Diyelim ki bastığınız zeminde ayağınıza bir diken battı!
Bu durumda, dikenin, ayağınıza en az hasar vereceği kadar bir sürede ayağınızı geri çekmeniz gerekir.
Ayağınızı geri çekmeniz için: 24 milisaniye iletinin beyne gidişi, verinin beyinde işlenmesi süresini yok saysak bile, 24 milisaniye de beyinden “ayağını geri çek” cevabının ayak kaslarına geri dönüşü, toplam, en az 46 milisaniyelik bir zaman geçmiş olur.

Organik bir varlık için ne kadar büyük bir hız olsa da, evrim bu müthiş hızı yeterli bulmaz.

Tepki süresini daha da kısaltmak için mekanizmaya bir buluş daha ekler: “refleks”.

Bu mükemmel buluş sayesinde, kritik bir algıyı beynimize göndermeden, beyinsel bir düşünce algoritmasına sokmadan, bu ara istasyonlar aracılığı ile hızla cevaplayıp tepki süresini olabildiğince kısaltıyor, belki bu minicik zaman farkı ile hayatımızı kurtarıyoruz.

Özetle söylemek gerekirse, aslında bir çok ani duruma, beynimizi kullanmadan, bu ara refleks istasyonları aracılığı ile; fiziksel reflekslerimizle karşılık veriyoruz.

Örneğin doktorların, dizimizdeki uygun bir alana çekiçle vurarak tepkisini ölçtüğü ‘patella refleksi’ bu özel istasyonların en fotojenik olanlarından biri. 

Şimdi gelelim vehbinin kerrakesine!

Refleks, sadece fiziksel bir yetenek olmakla sınırlı bir olgu değil.
Yani sadece alnımızın ortasına doğru gelen, son anda fark ettiğimiz bir taştan kurtulmamızı sağlayan bir mekanik özellik değil. 

Bilişsel ve sosyal reflekslerimiz de var.
Olağan koşullarda, hayatımızda birçok olaya, bu kez beynimizdeki refleks alanlarından, yani ‘duyusal reflekslerimizle’ reaksiyon gösteriyoruz.
Çünkü bu kolayımıza geliyor.
Evrimin, ezberimize yazdığı bu hazır yolları kullanmak, enerji tasarrufu yapmamızı sağlıyor.

Oysa rutin bir süreçte değiliz.
2 bin adet ‘maaşlı trolün’ ortalığa salındığının itiraf edildiği bir mücadele alanında her adımı düşünerek atmak zorundayız.


“Vay Kılıçdaroğlu neden Amerika’ya gitmiş, neden Baykal’ı ziyaret etmiş, Karamollaoğlu neden şöyle yapmış, Akşener neden böyle konuşmuş!..”

Bulunduğumuz ekstrem, katastrofik koşullar göz önüne alındığında bu reaksiyonlarımızın büyük çoğunluğunun sosyal refleks istasyonlarımızın yanıtladığı otomatik tepkiler olduğunu net olarak anlamak gerekiyor.

… 

20 yılda yaratılan ‘post truth’ dünya bu kadar ortadayken, hiç birimizin otomatik, refleks yaklaşımlarla çözümü zora sokma lüksü yok!.

Problemleri, şöyle bir geri çekilip anlamaya çalışarak bakalım.

Reflekslerimizi bastırarak, basit bakalım. 

Hayat basittir…

Benim altınlar kimde?

Emekliye verilen zamma bakar mısınız?

Zamlar açıklandığında bir emekli olarak kendimi, yeğeninin düğününde, pistte şuursuzca göbek atan bir dayı gibi hissettim..


“yapıştııır!” diye bağırıyorlar…

Yüzde yirmi beş..…

“yapıştııır!” diye bağırıyorlar…

Yüzde beş daha..…

 

“Yapıştıırr!”

Yüzde üç daha yolda!

Mutfak enflasyonum yüzde 180 artmış…
Maaşım yüzde 30…

Bir ülkede çalışanların yıllara göre satın alma güçlerindeki değişim, en doğru emekli maaşları üzerinden ölçülür.

Nasıl mı?

Bütün dünyada kuraldır.
Çalışan, terfi alır, prim alır, ikramiye alır, maaş standardı değişebilir.
Ama emeklinin böyle pozisyonları olmadığından, maaşı belli bir stardart çizgisinde sabittir.


Temel söylem: ‘Emeklilerin enflasyona ve hayat pahalılığına ezdirilmediği’ değil midir?.

O halde emeklinin satın alma gücünün belli bir çizgide stabil tutulması esastır.

Örneğin, bir emekli maaşı, her yıl Ocak ayında aynı sayıda ekmeği almalıdır. Hatta aynı miktarda altın almalıdır!

Ne az ne de çok!

 

Şimdi gelelim bizdeki duruma:

2010 yılında emekli olduğumda aldığım maaş, tam 13 çeyrek altın alıyordu.
Şimdi bütün artışlarla aradan geçen 12 yıl sonunda son zamla birlikte sadece 4,5 çeyrek altın alabiliyor olacak.

Yani 12 yılda benim gelirim aylık bazda 8,5 çeyrek altın kadar erimiş oldu.
Eğer maaşım emekli olduğum 2010 yılındaki düzeyde tutulabilmiş olsaydı ben bugün 24.180 TL emekli maaşı alıyor olacaktım.

Oysa yapılan zamla bile ancak bunun üçte birini alabiliyorum.

İktidarın hesaplarına göre sürekli zenginleşiyorsak benim altınları kim alıyor kardeşim?

 

Acaba bunlardan birisi şu “hepi topu iki buçuk kilo altınım var” diyen abla olabilir mi? 

 

Son Doğalgaz Bükücü

Yapmayın beyler!

Gündem değişince gaz ve petrol bulma işleri aksıyor!

Müjdeler arada kaynıyor…

Bırakın bu boş cinayet mevzularını, adaletsizlik, yargıda bozulmuşluk meselelerini.. 

Hazır Lozan’ın süresi de dolmuşken, gizli maddeleri kadük olmuşken!

…  

Yazıktır…

 

Orta direk bulundu

Bu iktidarın maden bulma konusundaki becerikliliğini ve ileri görüşlülüğünü takdir etmemek mümkün değil. 

Hani ortadan kaybolan bir ‘orta direk’  vardı ya; hem onu bulmuşlar hem de bulmakla kalmayıp ona yönelik bir Toki konut kampanyası düzenlemişler.  

Kampanyaya göre orta direk, aylık 9,500 ile 55.000 TL arası, 15 yıla varan taksitlerle ev alacak. 

Gerçi bulduklari orta direğin, orta direklik bir hali kalmadığı için adını ‘orta gelir grubu’ olarak değiştirmişler ya, o kadarcık olsun. 

Benim bildiğim tanıdığım, bu gruba giren ‘çoklu maaşlı’ bakan yardımcıları ve saray efradından başka kimse yok. 

 

Bildiklerim, ya Toki tarafına bakmayacak kadar zenginler ya da evcek maaşlarını toplasan bir sosyal konut taksidi etmeyen, ay sonunu nasıl getireceğini düşünmekten başka projeleri olmayan garibanlar. 

Gelelim iktidarın ileri görüşlülüğüne!..

Ortalama ücretin asgari ücret civarinda gezindiği bir ülkede, 55 bin lira taksit nasıl bir “sosyal proje” oluyor demeyin.
… 

Siz o 55 bini bu gidişle, çok değil 2 sene sonra görün.  

Aha da buraya yazdım.