LOMBOZ 26 EYLÜL 2021 PAZAR

Biden neden Erdoğan ile görüşmedi?

Tahmin ediyorum bu sorunun gerçek cevabını bilen pek azdır.

Bir ben, bir Biden, bir Beyaz Saray’ın Türkçe tercümanı ve bir de belki Biden’in psikolojik danışmanı.

Hatırlayın; Biden, Obama’nın altı sekreterinden biriydi. 

Biraz yaşı geçkindi, belki uçak merdivenleri gibi dik satıhlarda zaman zaman takılıyordu ama Ortadoğu meselelerini ondan daha iyi anlayan yoktu.

O dönemde üç dört kere Türkiye’ye geldi. 

Taa 74’ Kıbrıs harekatından beri Türkiye ile pek muhabbeti olduğu söylenemezdi ama Obama’nın yardımcılığı döneminde biraz ileri gitmeye başladı..
“Türkiye ile işlerimizi eldiven giyerek yapıyoruz!” kabilinden, boyundan büyük cümleler kurunca bizimkiler buna işaret koydu!

Biliyorsunuz, Joe Biden’in adı ‘Joe Biden’ olarak yazılır ama “Co Baydın” olarak okunur.

Bir seferinde yine böyle bir lüzumsuz kelam sarf etmesi üzerine bizim Reis tepki gösterdi ve, “Co Baydın!, artık sen de baydın!” dedi.

Tabi bu cümle çok geçmeden Joe Biden’ın kulağına gitti. Fakat haliyle bişey anlamadı!

Türkçe çevirmenini Beyaz Saray’daki odasına çağırdı.

“Adam benim adımı iki kez söyleyerek mutmain oluyor! Bunun anlamı ne?” diye sordu.

Çevirmen, işinin erbabı ama neticede o da bir Amerikalı.. 

“Baydın” kelimesinin İngilizcedeki tam karşılığını bulamadı.
Bilmiyorum da diyecek değil ya!..

Serde işinden olup bu yaştan sonra Berlitz dershanelerinde Türkçe hocası olmak var!

 

“Baydın, Türkçede kötü bir kelime efendim! Burada, sizin huzurunuzda, yüzünüze karşı tam ve açık olarak deklare etmekten hicap ederim!” deyip işin içinden sıyrıldı.

Biden, “Nasıl yani, ‘fuckin’ filan gibi mi? diyecek oldu.. Tercüman kahve servisi esnasında kapıdan usulca süzülüp naşladı!

Biden’in kafasında o tarihten itibaren, kendi isminin Türkçede kötü bir karşılığı olduğu ‘fikri sabiti’ yerleşti. 

Hatta bu duygu zamanla, psikoloji biliminde ‘travma’ olarak isimlendirilen bir bilişsel bozukluğa dönüştü.
Doğal olarak her travmada yaşanan “yüzleşmekten kaçınma” şeklindeki semptomlar, Biden’da en şiddetli şekliyle tezahür etti.

Herhangi bir Türk ile zorunlu karşılaşma durumlarında kendini, sadece ön adını söyleyerek: “Joe.. I am only Joe!” şeklinde takdim etmeye başladı. 

Lakin Biden için en iyi, onu en rahat hissettiren çözüm Türklerle karşılaşmamak idi.

Bu nedenle de Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan ile yüz yüze gelmekten ve onun ağzından “Baydın!” kelimesini duymaktan kaçınıyor.
Ben bunu daha önce de yazdım. Beyaz Saray’dan bir yalanlama gelmedi.
Durum tam olarak budur! 

Kripto

Hani Bülent Arınç bir zamanlar; işler yolunda, keyifler tıkırında iken “Rabbim verdikçe veriyor!” demişti ya, aynı Bülent Arınç’a şimdi sorsanız eminim yorumu “Rabbim aldıkça alıyor!” şeklinde olacaktır.

Faik Öztrak’ın, AKP’yi topluca tanımlarken kullandığı meşhur “Freni patlamış kamyon!” aforizması şimdi AKP nin tek tek kahramanları için de cari hale geldi.

Kah Peker’in açıklamaları ile kah oluşan çeşitli çap ve ebatta yolsuzluklar ve skandallar ile, her hafta bir ya da birkaç AKP yiğidi patlıyor! 

Haliyle bu patlamaların harareti de oyların gitgide daha hızlı erimesine neden oluyor.

Yirmi yıldır şikayet konusu edilmeyen en fazla da AKP tarafından kullanılan ‘anket’ işinin, şimdi denetlenmeye muhtaç, marazlı bir iş olarak gösterilmeye çalışılmasının altında yatan olgu bu esef verici erimeden başka birşey değil.

Bu hafta patlayan yiğitlerden biri de Saray’ın ekonomi danışmanlarından Yiğit Bulut oldu. Gerçi Sayın Bulut daha önce de birkaç kez orta şiddette patlamıştı ama ne gam!

Sözcü gazetesi elini arşive daldırdı, çıkardı ve Yiğit Bulut’un eski makalelerinden birini buldu. Bulut o makalede diyor ki:

“Türkiye Başkanlık Sistemine geçerse, ekonomik analizleri son 10 yılda gerçekleşen biri olarak diyorum ki; neyiniz varsa tam olarak en az 3’e katlanacak…”

Üstelik Bulut bu görüşü kazara söylemiş değil. Başka bir makalesinde bir kez daha tekrarlıyor..

Peki haksız mı çıkıyor?

Hayır!..

Neyimiz var?

Fakirliğimiz!

Fakirliğimiz tam olarak üçe katlanıyor. 

Yiğit Bulut bu makaleyi yazdığında: 

“950 Lira olan açlık sınırı bugün 2926 Lira”

“3123 Lira olan yoksulluk sınırı bugün 9553 Lira” oldu.

Yani tam isabet!

Belki kimse farkında değil ama bence Bulut, sanki Saray’daki en muzip kripto muhaliflerden biri.

Nereden mi çıkardım?

İnsan bu kadar da muhalefete çalışır mı?

Samsun açıkları geceleri ışıl ışıl gemilerle süslü. 

Samsun açıklarında, 1919’da Bandırma Vapuru’nun demirlediği sularda, onlarca gemi demirlemiş, limana yanaşıp yüklerini boşaltmak için sıra bekliyor.

Yüklerinin ne olduğunu, yıllarca Dünya Gazetesi’nde ekonomi muhabirliği ve yazarlığı yapmış, şimdilerde yerel ‘Halk Gazetesi’ yazarı Ragıp Göker köşesinde yazıyor.

“Yükleri buğday!”

Onlarca gemi, yirmi yıl öncesinin buğday ambarı Türkiye’nin bir limanına, yurtdışından ithal edilen yüzbinlerce ton buğdayı boşaltmak için sıra bekliyor.
Buğdaylar buradan tırlarla Anadolu’ya dağılacak!

Samsun açıkları geceleri ışıl ışıl gemilerle süslü. 

Garip bir mutluluk, garip bir hüzün peyzajı… 

Daha 2000 yılında; nüfusumuz 66 milyon iken, 21,5 milyon ton buğday üretip bunun 1,7 milyon tonunu ihraç eden biz;

Bugün Suriyelilerle birlikte 90 milyonu bulan nüfusumuz ile, 20 milyon ton buğday üretir, üstüne 10,5 milyon ton da ithal eder duruma gelmişiz.

Samsun açıkları geceleri ışıl ışıl gemilerle süslü. 

Hem buruk bir mutluluk hem de derin bir hüzün veren manzara.. 

Buruk mutluluk: Çünkü artık buğdayımız kendi tüketimimize yetmiyor. Açığımızı ithalat ile kapatıyoruz. Yoksa aç kalacağız! İthalatın fazlasını da makarna yapıp ihraç etmek gibi bir avuntumuz var!

Derin bir hüzün: Çünkü doğru tarım politikasıyla, çiftçiye genel bütçeden, yasa ile taahhüt edilmiş desteği vererek daha fazlasını biz üretebilir, bu gemileri; varlığımızı götüren işgal gemileri gibi değil, buğdayımızı dışarı taşıyan, bize varlık sağlayan müttefik gemileri olarak izleyebilirdik. 


Kendi beceriksizliğimiz yüzünden, açıkta ışıl ışıl sıra bekleyen gemilere bakıp hüzünleniyoruz!

Atatürk’ün şu cümlesi kulaklarımızda:

“Gerçek işgal kılıçla değil, sabanla yapılır!”

Bıldır yediğin hurmalar…

2012 uygulamaya alınan 5957 sayılı “Yeni Hal Yasası”ndaki en önemli değişiklik marketlere tanınan ayrıcalık idi. 

Marketlere, ‘hal’e girmeden, ürünü doğrudan üreticiden alma imtiyazı tanındı!
Hükümet bu imtiyazın sonucu olarak gıda fiyatlarının yüzde yirmi beş oranında düşeceğini iddia etti.

“Öyle olmaz!” dediler, dinlemedi.

Bugün aynı hükümet üyeleri, sanki bu yasayı çıkaranlar kendileri değilmiş gibi, marketleri; ürünlerini halden almamakla; kafalarına göre üreticiden ürün toplamakla ve keyfi fiyat oluşturmakla suçluyor!

İyi de bu imtiyazı, itirazlara rağmen on yıl önce siz vermediniz mi?

Arkadaş, burası okul mu yahu?

Siz her şeyi deneye yanıla öğrenmeye çalışıp her seferinde de sınıfta kalacaksınız!

Olan memleketin ürününe, üreticisine, tüketicisine olacak!

Kaybettiğimiz zamanla, en çok da geleceğine olacak!

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir