Bu bölümdeki karikatürler, 2014 Temmuz’undan 2016 Temmuz’una kadar Ulusal Kanal’da Cuma Akşamları saat 21:00 de yayınlanan, Mustafa Mutlu’nun ‘Kral Çıplak’ programında ‘Canlı Yayın esnasında, gündeme ilişkin çizdiğim karikatürler’ den oluşuyor.. 2017 Aralık itibariyle yaklaşık bir buçuk yıllık bir aradan sonra bu kez aynı programa CEM Tv’ de yeniden start veriyoruz.. Yine Cuma akşamları, bu sefer saat 19:30 dan itibaren..

Son Sprinter

Cumhuriyet 1950’den sonra rotasını değiştirdi.
1950’den sonra Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerini bir-iki kısa istisna dışında tamamen sağ iktidarlar oluşturdu.
“Hadi canım! Öyle değildir!” diyen, tarihe şöyle bir göz gezdirsin.
1950’sonrası, İkinci Dünya Savaşı ile yanmış yıkılmış Avrupa, sosyal demokrat iktidarlar tarafından imar edildi.
Taş üstünde taş kalmamış bir coğrafyadan bu gün birliğine girmeye çalıştığımız ülkeler meydana getirildi.
Hele, Potekiz, İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerin ekonomileri daha benim çocukluk yıllarımda bizden gerideydi.
Sosyal Demokratların Cennet haline getirdiği Kuzey ülkelerine bir bakın. Bir de bize bakın! Örneğin 5,5 Milyon nüfuslu, dünyanın en zengin ülkelerinden birine, Finlandiya’ya bakın. Milli gelir 30 bin dolar. Eğitim, sağlık, ücretsiz. Bizden farkı, ikinci dünya savaşı ardından Marshall Planından yardım almayı reddetti ve yönetimi o günden beri ağırlıklı olarak sosyal demokratlar ve solcular belirledi.
Siyasal islam’ın bir Amerikan projesi olarak kullanılmasına 1950’den bu yana bu ülkeyi yöneten bütün sağ ve liberaller, darbeci askerler, siviller bilerek bilmeyerek destek verdiler, çanak tuttular.
Sonra 2002 de bayrağı, bayrak yarışının son çeyreğini koşacak sprintere teslim ettiler.
Basit, günlük siyasi ihtiyaçları için bu mazlum, mahzun, fakir ve fakat ‘kabahatin çoğu’na sahip güzel insanlarımızı siyasal islam girdabına teslim ederek son sprinterin yolunu açtılar.
Son sprintere bu kadar şaşırmanın, bozulmanın anlamı yok!
O, kendisine verilen görevi yapıyor..

Allah, bu yavruyu cami önüne bırakanların müstehakkını versin!

Bıktık artık!..

Birileri ha bire altını batıracak,
biz de ha bire millet olarak temizleyeceğiz.
Bıktık artık bu pis kokudan..

 

 

Pazarlık

“Milli Kurtuluş Tarihi üç askeri, bir siyasi zafer üzerine kurulmuştur.
-İnönü zaferi dağınık kuvvetler yerine kurduğumuz ilk muntazam ordunun askeri emir ve kumandanın zaferidir.
-Sakarya, düşman istilasını vatanın bağrında durduran ve geri çeviren,
-Dumlupınar, istila ordularını yok ederek milli istiklali kuran askeri zaferlerdir.

Lozan muahedesi ise yeni Türkiye devletinin toprak ve hak bütünlüğünü ve tamamlığını, harbi kazanan devletler başta olmak üzere bütün milletler alemine tanıttıran ve tasdik ettiren siyasi zaferin şanlı ve şerefli vesikasıdır. İnönü’de: ismet Paşa cephe kumandanı,
Sakarya’da: Mustafa Kemal Paşa başkumandan ve İsmet Paşa cephe kumandanı,
Dumlupınar’da: Gazi Mustafa Kemal Paşa Başkumandan ve İsmet Paşa gene cephe kumandanı.
Lozan görüşmelerinde: Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve İsmet Paşa Büyük Millet Meclisinin hariciye vekili ve başmurahhası idi…”

Başbakan Şükrü Saracoğlu, Ali Naci Karacan’ın 1943’te ilk baskısı yapılan ‘Lozan’ isimli kitabının sunuş yazısında yukarıdaki önemli tespiti yapıyor.

Ali Naci Karacan ise, bir film tasavvur ederek başlıyor anlatımına;
“Film, Mustafa Kemal’in atlılarının başında yanan İzmir’e girmesiyle başlar; kaçan bir ordunun bozgun manzarası gözlere dehşet verir. Bir elçi gelir, Türk başbuğundan barış diler. derken zırhlı gemilerine binerek İstanbul’dan Mudanya’ya koşan yabancı kumandanların düşünceli yüzlerini ve savaş meydanından gelen İsmet Paşa’nın ahşap bir evde, kendilerine Türk ordularını durdurmanın şartlarını kabul ettirişini seyrederiz..”

Bu gün, heyetimizin ABD’ye gidişinden dönüşüne, yaşadığımız durumu tasvir etmeye bile içim elvermiyor.
Trump gibi bir maskaranın önünde düştüğümüz duruma mı yanarsın, bunu başarı gibi anlatan bir güruhun kendisini basın diye tarifine mi yanarsın, buna inanan ve hatta cehaletiyle övünen bir vatandaş kesiminin varlığına mı yanarsın?
Neye yanarsın?

 

Dolar yükselmiyor ki!

Bir yürüyüş parkurunda yürüyen bir çok insanı düşünün.
Kimileri ileri doğru koşar, kimileri jogging yapar, kimileri bankta dinlenirken kimileri de ters istikamette yürür ya da koşar.
Küresel ekonomiye entegre ekonomilerin paralarının değerleri, adeta bir yürüyüş parkurunda hareket eden insanların davranışlarına benzer. Siz parkurda çok hızlı bir şekilde geri giderseniz, ileri gidenlerle aranız açılır. Yani o fark oranında değeriniz düşer. Bankta oturanlar karşısında da değeriniz düşer, sizden daha yavaş geri gidenler arasında, daha az da olsa yine değeriniz düşer. 
Mesele budur.
 
Bir kere adını doğru koyalım.
Malesef TL, sebebi çok belli çeşitli nedenlerle hızlı değer kaybediyor.
TL hızlı değer kaybedince de karşısındaki bütün birimler kendi nispi değerleri oranında değer kazanıyor. 
Dolar’ı “Türk düşmanı lobiler yükseliyor” enayiliğine sığınırsanız Rus rublesinin, Bulgar levasının, Pakistan rupisinin, hatta dostumuz Katar’ın riyal’inin TL karşısındaki yükselmesine bir lobi bulmakta zorlanırsınız.
 
Asıl soru şudur! Paranızın değeri neden düşer?
Üretiminiz, dış satımınız ve hazineniz yeterince güçlü ise paranızın değerini kimse düşüremez. Değil ise düşüş demokrasinizle, hal ve ahvalinizle daha sıkı ilişkili hale gelir. Ani düşüşler çevreye verdiğiniz güven ve istikrar duygusu ile hızla değişir. Sistemi despotizme doğru yöneltirseniz düşer, bu gün söylediğinizin yarın tam tersini yaparsanız düşer, sadece yabancı yatırımcıyı değil kendi halkınızı kandırırsanız düşer. dolu yağar düşer, sel olur düşer, düşer oğlu düşer. Bir kez güven ateşi söndü mü düşmesi kolay çıkması zordur.  
Misal; ekonominin kulağı deliktir.
Ülkenin başındaki zat-ı muhteremin, ülkenin bir köşesinde, hatta küçük bir topluluğa da olsa “Onların Doları varsa bizim de Allahımız var!” dediğini duyar..  Dolarının üzerinde büyük harflerle “IN GOD WE TRUST” yazan kefere, Zat-ı muhteremin bu cümlesini ekonomi diline tercüme eder.
“Bu duruma karşı herhangi bir çaremiz yok!” anlamına gelen bu tercüme karşısında gereğini yapar, tüm paraların dışarı doğru kaçışı artar. Paranızın değeri daha da düşer.

Can Kurtaran..

CHP’nin normallerinden biri bu..
Önce bulanacak, sonra durulacak!.
“Ön seçimden” geliyor olmanın verdiği güç, eleştiren, itiraz eden, sorgulayan, kolay kabul etmeyen bir üye tipi yaratıyor.
Bu fena bir şey değil tabi. Ama bu sefer biraz fazla uzadı. Biraz daha da sürecek gibi görülüyor..
Oysa hiç zamanı değil.
AKP, 16 yıllık ömrü hayatında, -vermeye çalıştığı görüntünün aksine- hiç bu kadar güçsüz ve çaresiz olmamıştı.
Biz de istemezdik böyle olsun ama;
Uluslararası ilişkilerde, “Ahmet Abi”yle birlikte ektiği “GDO’lu hormonlu tohumların kalitesiz meyveleri” önüne bir bir serilirken;
Ekonomide, üretim yerine, kredi-faiz ilişkisiyle balon gibi şişmiş bir tabloyla, ağrılı sancılı yatağa düşmüşken, sen kalk “569 delege mi 630 delege mi imza atmış” malzemesini, bu sahte alemin çakma tarafsız  programlara malamat et!
Konuşacak konusu kalmayan, “yanlış bir yere dokunursam işten işten atılırım!” korkusuyla “üçüncü sayfa haberlerini” ana bültenlerine baş tacı eden  yandaş programlara can ve kan ver. Onlar da mal bulmuş magribi gibi sabah, akşam saldırsınlar!
Yeter!..
Kkurultay mı yapılacak, tatile mi çıkılacak karar verin!
İnsanlık tarihinin konuşmayı öğrendiği dönemlerinden bu yana gelen, köklü bir Çin atasözü var! “Mabadıyla inatlaşan, altına yapar!”

AKP,MHP- Al Gülüm Ver Gülüm

Türkeş’in ardından , Devlet Bahçeli MHP’Yİ 1999 seçimlerinde 129 milletvekili çıkararak Meclisin ikinci partisi yaptı. MHP’YE oy verenler de dahil hemen herkes, yeni bir Milliyetçi Cephe hükümetinin kurulmasını beklerken MHP, yıllarca düşman parti ilan ettiği Bülent Ecevit’in DSP’Sİ ile hükümet kurdu ve iktidara geldi.
Tuhaf gelecek ama “Apo’yu ancak biz asarız diye oy istedi. Ancak koalisyonda Apo nun idamı yargı kararıyla kesinleşmesine rağmen, infazını engellemek için Ecevit ve Yılmazla anlaştı.

7 Kasım 2002’de, Kemal Derviş’in yapamadığını yaptı ve içinde bulunduğu koalisyonu bozarak AKP’yi iktidara getiren hamleyi yaptı.
Bundan sonraki süreçte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden Türban’ın Devlet memurlarına serbest bırakılmasına, 4+4+4’den, Anayasa değişikliklerine kadar sürekli olarak AKP’nin yedek lastiği oldu.
ez cümle AKP, ne zaman başı sıkışsa MHP’yi yanında buldu. Peki karşılıksız mı?
MHP’de parti içi isyanları AKP’nin yasa yapma gücünü kullanarak bertaraf etti.
Varlığı varlığına, varlığı da varlığına mahkum.
O mübarek ipi sıkı tutun bakalım..

 

 

CHP’de imza meselesi sürerken..

CHP, 24 Haziran seçimlerinin ardından klasik reaksiyonlarını yaşıyor.
İmza olayı şu ya da bu şekilde bu hafta sona erecek.
Sonrasında kırılıp dökülenlerin, -normal koşullarda 31 Mart 2019’da yapılacak- yerel seçimlere kadar toparlanması gerekiyor.
Bu “yaralı” görüntünün, seçimlerin erkene alınması için iktidarda karşı konulmaz bir avlanma iştahı yaratacağını söylemek için siyaset ve sosyoloji bilimcisi olmaya gerek yok. Yeter ki ülke ekonominin alarmları bir salise susmaya görsün!

Sonra Vizontele’nin Belediye anonsundaki gibi: “tikkat! etrafta kabuklu yemiş, meyve, sebze yiyenlerin vay haline! Sonra vay ben duymadım, vay ben işitmedim demeyin!”

Mecliste defans derinliği

Ahmet Şık, Meclis kürsüsündeki konuşmasında zülf-i yare dokundu.
AKP sıralarından vekiller, başta eski futbolcu Alpay olmak üzere kürsüye yürüdü ki anlaşıldı eski sporcuların milletvekili yapılmasının eshabı mucibesi..

Bilal’e açık mektup..

Sevgili Bilal,
Sana bu mektubu son çare olarak yazıyorum..
Hepimiz için, benim için, senin için, baban için en hayırlısı olsun diye yazıyorum..

Bilirsin ama önce şunu açıklayayım:
Ohal, yani ‘olağanüstü hal’ uygulaması nedir?
OHAL, devleti yönetmenin terör ya da savaş nedeniyle sıkıntılı olması durumunda, devleti yönetenlere anormal yetkiler verilmesi durumudur.
Bunlar öyle yetkilerdir ki normal koşullarda hukuk engeline takılacak, yapmayı asla kimsenin aklına getiremeyeceği yetkilerdir. Yöneticiyi neredeyse tiran yapacak yetkiler. Hatta ona; senin bile malına, bankadaki parana, yastığının altındaki altına el koyma hakkı veren yetkiler.
Bilalim, bu yetkiler yöneticilerin çok hoşuna gider, bazılarında alışkanlık yapar. Bizde böyle bir şey olmaz diye düşünebiliriz ama bazı yöneticiler bu yetkileri ilgili ilgisiz her alanda kullanır. Muhaliflerini hapse tıkmaktan, onları adaletsiz kaynak kullanarak seçimlerde tuş etmeye kadar her türlü acil ihtiyacının maymuncuğu yapar. Bir türlü, onu yasalar karşısında dokunulmaz yapan, bu engin ayrıcalığı, bu sihirli kalkanı elinden bırakmak istemez.
Söz konusu devlet, ‘Kuzey Kore’ gibi kapalı bir ekonomi olursa bu durumdan pek fazla etkilenmeyebilir. Ama misal bizim gibi uluslararası piyasalara entegre olmuş ekonomilerde ciddi soruna yol açar. Üstelik üretmiyorsan, gazın, petrolün yoksa, ekonomin, yabancı yatırımcının ilave ettiği paraya muhtaç ise adam; “Yav, ya parama el koyarlarsa!” korkusu ile sana para getirmez. Hatta daha önceden getirenler geri götürmeye başlar.
Ekonomin; dışarıdan alınacak borca muhtaç ise borç verenler seni riskli görür ve faizleri dibine kadar yükseltir. Bu durumu izleyen uluslararası not veren kuruluşlar notunu düşürüp işi daha da zora sokar.  Hatta senin içinde olduğun kuruluşlar bile senin notunu kırar. Puanını düşürür. Gittikçe hazinendeki paran tükenir, merkez bankanda dolar kalmaz. İç piyasaların krize girer. İflaslar başlar, bırakın işsizliğe çareyi, işten atılmalar artar. Mevcut işsizlere yenileri eklenir. Dövizin azaldığı için paranın değeri düşer. Enflasyon yükselir. Bilalim, inan, bir hafta önce yedi bin liraya aldığın “ayfon plas”ın fiyatı kendiliğinden bir haftada lanet olası on bin liraya çıkar.
yukarıda anlattıklarımdan anlayacağın gibi bu durumdan çıkışın yolu demokrasidir.
Ama Bilalim, neredeyse aynı sınırsız ohal yetkilerini normal yasalara yedirerek şark kurnazlığı yapar “OHAL’i kaldırdık!” derlerse bunu biz yeriz ama o anasının gözü yabancı yatırımcı ve yabancı sermaye piyasaları yemez.
Biz, döviz büfelerindeki ışıklı rakamlara,  “Arkadaş, Ohal’i kaldırdık ama bu şerefsiz Dolar niye düşmüyor?” diye enayi enayi bakar dururuz..
Bu durumdan en kötü etkilenen de Baban olur. Herkes ona “yönetemiyor!, beceremiyor!” diye kıs kıs güler. Hatta durum daha da kötüleşirse halk da çok kızar. Halkın tersi pistir. Onu koltuğundan indirir.  İşin kötüsü O inince siz de inmiş sayılırsınız.
Bilalim, gördüğün gibi durum son derece ciddi! Sen babanla bir konuş.
Bizi dinlemiyor.. Belki seni dinler!
Selam ve sevgilerimle..

Seni övene iyi bak! Seni yerene iyi bak!

Dünyanın bir kısım “kökü dışarıda” dergileri, Trump’ı, Putin’i altına “diktatör” yazarak kapak yapıyor. Asrın liderimizi de aralarına katıyor. Yani asrın liderimize de “diktatör” diyor.. Ayakta alkışlıyorsun..
Aynı şeyi ODTÜ öğrencisi pankarta yazıyor hapse atıyorsun!
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!..
Dünya yirmi yıldan bu yana “manyak!” bir süreçten geçiyor..
Türkiye de bu sürecin yıldızlarından..
“Ülkemizin geleceği için cahil nesiller lazım!” diyen ama evine ekmeği profesörlük maaşından götüren üniversite hocalarını yetiştiren bir acayip dönem bu!..
Trump son Nato toplantısında “Kimse işini Erdoğan gibi düzgün yapmıyor!” diyerek Erdoğan ile yumruk tokuşturmuş.
Bizim yandaş medyanın şapkaları havada!.. “Trump Reisi övdü!”
İyi de bu adam daha dün Kudüs’e ilk elçiliğin sözünü verirken, Netanyahu’nun yumruğunu kalbine götürerek ona da övgüler düzmedi mi?
Binlerce tır silahı verip, IŞID’e karşı kahramanca mücadele ediyorlar diyerek  PYD ve YPG’yi övmedi mi?
Fetö’yü bir türlü iade etmeyen, ama Rahip Andrew Brunson’un iade edilmemesi için “tam bir rezalet !” diyen Trump bu değil mi?

Demek ki Trump tarafından övülmek pek matah bir şey değil..
O halde bu mutluluk çığlıklsarı neyin nesi?
Hocanın öğrencileri bu kadar çabuk mu yetişti..