LOMBOZ 22 Ekim 2021 Cuma


Ali Türkşen Albayımın örgülü sakalı!

Nadir olarak başardığım bir, ‘uzaktan kumandayı ele geçirme’ seansında, kanallar arası zaplama histerisine girmiştim ki aniden onu gördüm!
Bir anda kumandayı elimden bıraktım!

Ekranda emekli Albay Ali Türkşen konuşuyordu!
Konuşuyordu ama benim vizörümden, sadece sağa sola oynayan at kuyruğu örgülü, ucunda gümüşi bir yüzükle boğulmuş, püsküllü bir sakal görülüyordu.

“İşte! Benim aradığım da bu!” dediğimi hatırlıyorum.

Gözlerim sakallara kitlenmişti!
Hani ilkokula giden kızların saçı arkadan tekli at kuyruğu şeklinde örülür de, çocuk seksek adımlarla yürüdükçe kuyruk bir sağa bir sola savrulur ya;
Heyecanla konuştukça, Albayımın at kuyruğu sakalının, ponpon yağlı boya fırçası şeklindeki püskül kısmı aynı o şekilde bir sağa sola ahenkle sallanıyordu.

Pandemi döneminde gereksiz hale gelen günlük traş olma işini bırakıp, keçi sakalın sırrını, yani açıkçası keçi sakal bırakmanın nasıl bir ‘tembel işi’ olduğunu keşfedince epeyce rahatlamıştım.
Benim nezdimde keçi sakal, iki tıraş bıçağı darbesiyle tıraş olma hissini tamamlayan; ampulün keşfi gibi, sağlam bir buluştu.


“Keçi sakalını kes!” diyen 12 Eylül darbecilerinin baskısına eyvallah etmeyip, üniversiteyi ve hocalığı terk eden Prof. Emre Kongar’ın ne kadar akıllı bir adam olduğunu, pandemi döneminde keçi sakal bırakınca anlamıştım…
“Yıllarca boşa ıstırap çekmişiz!” deyip durdum kendi kendime.

Şimdi, Ali Türkşen’in at kuyruğu örgülü sakalı benim için, bu cezbeli konfor alanını terk ettirecek kadar önemli, ikinci bir devrimdi.

Gerçi sakal “rol çaldığı” için Albayımın hiç bir dediğini anlamadığımı da farketmiştim ama bunun ne önemi vardı ki?

Varsın kimse benim dediğimi de anlamasın!
Belki başımın derde girmeme garantisi bile olabilirdi bu durum.
Misal, bizim Yavuz’un da konuşurken metronom gibi sağa sola sallanan, örgülü, püsküllü bir sakalı olsa;  ‘bi de bunu izle’yenler, sakalı izlerken hipnoza girip onun ne dediğini anlamasa; böylece o da iki de bir açılan davalardan, adliyelere gidip gelmekten kurtulsa fena mı olurdu! 

Evet, keçi sakalın rahatlığından feragat etmiş olacaktık; hergün tara, ör, çöz, bağla gibi ekstra iş çıkaracaktı ama ne gam! Sakalla uğraşmasak, uğraşacak iş mi vardı ortalıkta?


Hızlı ve ani bir kararla, mevcut keçi sakalımı, örülebilme yetkinliğine gelene kadar, en az birkaç ay daha uzatmaya karar verdim ve durumu derhal, örnek kişiyi de “Aha budur!” diye göstererek Aysel’e tebliğ ettim!


Aysel on, onbeş yirmi saniye kadar anlamsız bir ifadeyle yüzüme baktı -Yemin ediyorum, bu süre zarfında, gözlerinde işlem yapan bilgisayarın daire çizen gif’inin dönüp durduğuna ben şahsen şahit oldum- sonra kararlı ve stabil bir ses tonuyla: 

“Ben böyle şeylerle uğraşamam! Bu ellerle yemek yapıyorum! Kendin örersin!” diye kestirip attı! 

Aslında düşündüm! 

Önce Ali Türkşen Albayım ve ondan görerek sonra da ben, neden bu örgülü, püsküllü sakala meftun olmuştuk!
Gerekçemiz sadece; pandemi ortamında tesbih çekmek yerine at kuyruğu örgülü sakalın püskülünü sıvazlamanın daha hijyen bir yaklaşım olması gibi palyatif ve içsel yönelime mi dayanıyordu?

Yoksa; savaşçı ruhumuzu yaratan genlerimizde mi vardı bu tutku?

Yani ne demek istiyorum; Japon Samuraylarda, eski Moğollarda hatta Osmanlı askerlerinde örgülü saç ya da saçı topuz yapma geleneği vardı. 

Busbecq’e göre at kuyruğu saç yeniçeriler arasında da modaydı.


Savaşçılardaki bu geleneğin sebebi şuydu: 

Savaşçının en kutsal uzvu, yeniden dünyaya gelirken sahip olacağı tek eski parçası kellesiydi: “Ey düşmanım!” diyordu savaşçı, “Maharetli bileklerinle aramızdaki mücadeleyi kazanıp, kılıcınla kellemi kesebilirsin! Ama savaş alanını temizlerken o kelleye saygı göster! Neticede o da bir savaşçı kellesi. Tekmeyle, kürekle sürükleyerek hakaret etme! Parmağını gözüme burnuma sokma!. 

Ya ne yap?

Saçımın topuzundan tut, adam gibi, efendi efendi taşıyıp kazdığın çukura at!”


Sonra yine düşündüm.
Kardak Kayalıklarına bayrak diken Sat komandosu Albayımın durumu böyle olabilirdi… Ama bırak savaşçılığı, en ufak sıkışmada anında, tehlike mahallinden en az bir meridyen öteye ‘fıy’an ben kulunuzun böyle bir gerekçeye sahip olması mantıksızdı.

Yahu ben, Rize’de heyelan oluyor diye o saat, Samsun’dan Çorum’a kaçmış adamım!..

Evet!

Tek ortak noktamız ikimizin de ‘kel’ olmasıydı. 

Lakin gerekçelerimiz farklıydı.

Albayımın savaşçı genleri, saçı olmadığı için sakalını at kuyruğu şeklinde örmesi için içgüdüsel bir istek yaratmış olabilirdi.

Benim ise oynayacak saçım olsa belki onunla oynar, at kuyruğu şeklinde onu ördürürdüm!
En azından bizim Muammer müdür gibi arkadan topuz yaptırırdım!

Ama saçın yoksa neyinle oynayacaksın?
Vermeyince mabud neylesin mahmut!

 

 

Almanya yollarında tek bir TOGG var mı?

Geçen hafta Almanya Başbakanı Merkel, veda ziyaretleri kapsamında, sınırları dahilinde iki buçuk milyon Türk’ün yaşadığı bir ülkenin lideri olarak nezaket icabı,  Türkiye’ye de uğradı. 

İki lider Bir basın toplantısı yaptı.
Erdoğan; muhalefet kalesinin doksanına bir dömivole çakayım hesabıyla, “Koalisyon hükümetleri olmamış olsaydı Almanya-Türkiye ilişkileri daha farklı bir yere ulaşabilirdi. Koalisyon hükümetleri çalışmayı her zaman zorlaştırıyor.” dedi.

Yani Almanya ile yaşanan son dönemlerdeki verimsiz ilişkilerin sorumluluğunu oradaki yönetim yapısına bağlamaya çalıştı.

Sandı ki, Merkel “Evet yaa, malesef biz tek adam işini sizin gibi beceremedik diyecek!”

Merkel nazik bir şekilde, “Koalisyonlar bizim yapımıza uygundur. Biz bir başkanlık sistemi uygulamak istemiyoruz.” diye yanıt verdi.

Halbuki, hangisinin daha iyi olduğunu, anlamak için bir kasalara, bir de yollara bakmak yeterliydi.

Almanya’nın kasasında iki yıllık toplam milli hasılası kadar ‘yedek akçesi’ var.
Bizim ise malum. Merkez Bankası bile denize dalmış, dipten kum çıkarıyor!


‘Varlık Fonu’ denilen “devlet kumbarasını” bile borçlu duruma sokmuşuz!
Ötesi var mı?

Caddelerimizdeki araçlara şöyle bir bakın, metrekareye kaç Audi, BMW, Mercedes; kaç Volkswagen, Opel, Seat; kaç Skoda, Porche düşüyor?

Almanya’da tek bir Togg var mı?

Ya, Merkel, kendisini eziklemeye çalışan Reyiz’e, “Cuma’ya giderken konvoyunda yer alan Alman otomobillerini bi say da bizim koalisyon sistemimizi öyle küçümse!” deseydi, itibardan tasarruf işi nece olacaktı?

Allahtan Merkel’in kafası o kadar çalışmıyor da…

—  

 

 

Ordunun içinde şeyh, şıh, tarikat mensubu olabilir mi?

Ordu, bir uzmanlık alanıdır.

Tapu Kadastro Müdürlüğü de bir uzmanlık alanıdır.

Ama Tapu Kadastro Müdürlüğünde, yapılan bir yanlış ülkeyi savaşa sokmaz!

Ordu, emirin demiri kestiği ve ancak böyle olduğunda her şeyin yolunda gittiği bir iş koludur. Komutanının dışında bir merkezden emir alma ihtimali olan bir ordu mensubu “elmanın kurdudur.”  Elmaya bir kere kurt girdi mi elma çürür!

Keşke dünya, ordulara hiç gerek duyulmayan bir ütopyayı gerçek kılabilse.
Keşke en sivilimiz, en entellektüelimiz; ömrü bir asker olarak savaş meydanlarında geçmiş ve “Mecbur kalınmadıkça savaş cinayettir!” cümlesini kurmuş olan Atatürk’ün yüzde biri kadar anti militarist olabilse..  

Paratoner yıldırımı çekmez. Bulunduğu çevrede yıldırım oluşumunu engeller.
Bizim coğrafyamızda güçlü ama aynı zamanda ‘sağlıklı’ bir ordunun mevcudiyeti bir savaş paratoneri görevi görür. Savaş kazanmak için değil; ‘savaşın oluşmamasını sağlamak’ için zorunludur.


Ancak güçlü ve aynı zamanda akıl sağlığı yerinde bir ordu barışı sağlayabilir.
“Efendim, İsveç, Norveç… Neredeyse ordusu yok!” diyenler var.
Coğrafya kaderdir!
Sakin bir nehir teknesinin omurgası ile dalgalı bir denizde seyredecek teknenin omurgası tabii ki aynı sertlikte olmaz!

Evet, askerlik, bir uzmanlık alanıdır.
O alanın eğitimi, tecrübesi, gerektirdiği zihinsel ve fiziksel yetenekler kendine özgüdür.

Aynı tıp gibi… 

Kalp ameliyatı için ortopedi uzmanına gider misiniz?

Emir komuta zincirine değil de, tarikat liderine bağlı “askerlerin”, nasıl kendi meclisini bombaladığını 15 Temmuz’da izledik.

“Ülkenin malzemesi neyse ordunun, güvenlik kurumlarının malzemesi de odur” anlayışı ile orduda, liyakat dışı bir kadrolaşma, tartışılması bile abes olan bir konudur.
Nohut kadar aklı olanın, “Böyle bir şey olmaz! Olmamalı!” demesi gerekir.

LOMBOZ 17 EKİM 2021 PAZAR 


Dört ayda on bin mektup?

Reyiz, o pür-nur sesiyle şarkı, türkü söylediği Adana Gençlik toplantısının, soru-cevap bölümünde, gençlerden birinin “Cezaevi günlerinde ne yapıyordunuz?” sorusuna:
“Gündüz ziyarete gelenlerle görüşüyor, geceden sabah ezanına kadar bana gelen mektuplara cevap yazıyordum dedi ve “Böyle böyle tam on bin mektup yazdım!” diye, on binin üzerine vurgu yaparak ekledi. 

Devamını Oku

LOMBOZ 15 EKİM 2021 CUMA

Post Truth’un bir tık üstü.

Post Truth nedir?

Misal: iktidarın, muhalefete, uyduruk bir vaka üzerinden yüklenmesi demektir.

Peki ‘post truth’un bir tık üstü nedir?
O da dünyada ilk bize nasip olmuş bir hadisedir..

Yine misal: İktidar olarak muhalefete muhalefet etmek için, muhalefetin söylemesini arzu ettiği, ama muhalefetin söylemediği bir cümleyi kendisi söyleyerek ama sanki onu muhalefetten duymuş gibi davranarak, muhalefete bu cümle üzerinden yüklenme hadisesidir?

Biraz karışık oldu biliyorum. 

O zaman örnekle açıklayayım!

Devamını Oku

LOMBOZ 10 EKİM 2021 PAZAR

(GazetePencere’de, lomboz köşesinde 10 Ekim Pazar günü yayınlanan yazı ve karikatürler.  Paylaşmak  güzeldir. )

 

İyilik bulaşıcıdır

Boji, çoğunuzun bildiği gibi İstanbul metro ve otobüslerinde, o durak senin bu semt benim, biletsiz, jetonsuz turlayan bir sokak köpeği…

Kafasına göre binip indiği metro, otobüs ve şehir hatları personeli ve bazı yolcular onu uzun süredir tanıyordu ama medyaya düşünce bir anda dünya çapında meşhur oldu.

Devamını Oku

LOMBOZ 8 EKİM 2021 CUMA

Temassızlık var! 

Komşu, asansörde: “Sen bilirsin abi, koca Facebook niye çökmüş?” diye sordu..

Hiç duraksamadan “temassızlık!” dedim.

“Temassızlık var!”

Sonra konu teknik olduğu için biraz daha açtım!

“Misal, bir temassızlık olsa bu asansör durur. Biz de temassızlık giderilene kadar burada kalırız!”

Komşu belirli belirsiz “mazallah!” dedi. Anlamış gibi başını salladı. 

Anladı mı bilmem!

…  Devamını Oku

LOMBOZ 3EKİM 2021 PAZAR

LOMBOZ 3EKİM 2021 PAZAR

 

Kaymakam ve olayın gerçekliği

Hani Artvin, Kemalpaşa ilçesinin 30 yaşındaki genç kaymakamı Mehmet Faruk Saygın, ziyaret ettiği okulda kendisine hoşgeldiniz diyerek elini uzatan 25 yaşındaki genç öğretmeni “Haddini bil! diyerek dışarı kovmuş ya!

Hani sonra vatandaştan gelen yoğun tepkiler üzerine, hem Milli Eğitim Bakanının hem de içişleri Bakanının öğretmenden yana tavır alması sonucu ertesi gün tekrar okula gidip, o öğretmene bir buket çiçek vererek özür dilemiş ya!

Mesele kapanmış öyle mi?

Hayır!

Devamını Oku

LOMBOZ 1 Ekim 2021 Cuma


Ve 
İsrâfil Sûr‘una üfler..

Cumhuriyet tarihinin beşte birlik önemli bir bölümünde hükümet ettikten hatta Cumhuriyet ilan edildikten bu yana en uzun tek başına iktidar süresini kullanmanın hasılası olarak vatandaşı, Cumhuriyet Tarihi’nin en yüksek işsizlik rakamı, en yüksek açlık sınırı rakamı, en yüksek yoksulluk sınırı rakamı ile tanıştırma marifetini göstermiş bulunan ve yaptığı en güzel eserin oturduğu ‘Saray’ olduğunu hergün itiraf eden bu iktidarın gidişinin artık neredeyse kesinleşmesi, yandaş gazeteci kesiminde huzursuz bacak sendromuna yol açtı.

En babalarından biri: “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım, gerekiyorsa bulgur kurtluysa da yiyelim!” mealinde bir cümle sarf etti.

Bu cümle,  bu cenahtaki arkadaşları teskin edeceğine, paniğin daha da artmasına neden oldu!

Çünkü zaten başından beri kurtlu olduğunu bildikleri ve bugüne kadar kurtlu kurtlu afiyetle yedikleri bulgurun, kurtlu olduğunu, bir kurtuluş uyarısı olarak faş etmek durumunda kalmaları, gitme vaktinin geldiğine inanmak istemeyenlerin kulaklarında,  adeta “İsrâfil Sûr‘una birinci üflemesini işitmiş” gibi bir dağılma efekti yarattı.

Ağalar!
Bulgurunuzu kurtlu, böcekli, nasıl yersiniz kendiniz bilirsiniz ama restoran kapanıyor! Yediklerinizin hesabını ödemek için fazla da vaktiniz kalmadı, bilesiniz!

 

 

Saray’ın gıda enflasyonu neden yüksek?

Gıdadaki yıllık enflasyon TÜİK’e göre yüzde 24 civarında.

Sayıştay raporlarına göre bu yıl CumhurbaşkanIığı Sarayı’nın gıda bütçesi geçen yıla göre yüzde 67 oranında arttırılmış.

Sarayın nüfusu geçen yıldan bu yıla artmadı.

Eğer Saray sakinlerinin birdenbire iştahları da atmadıysa ve geçen yıl olduğu gibi bu yıl da zencefilli somonlu suşi, kornişona sarılı dana rozbif, liçi meyvesi eşliğinde efuli ve chia tohumu eşliğinde ejder meyveli smoothie gibi bildik gıdalarla mütevazi bir şekilde beslenmeye devam ediyorlarsa, bu maliyet artışının izahı için iki seçenek var:

Ya sarayın mutfağında, ya da TÜİK’in mutfağında, biri bizi fena yiyor!

 

Güvenilir liman

Soyadı Yavaş, ama o kadar hızlı çözüm buluyor ki ‘muhalif belediyelerin prim yapacak bütün hizmetlerini’ engellemek için aleste bekleyen iktidar, Mansur Yavaş’ı yakalayıp mani olma fırsatı bulamıyor.
Uyandıklarında Mansur Yavaş işi bitirmiş oluyor!

İçişleri; yurt bulamadıkları için parklarda yatma eylemi yapan öğrencileri yaka paça götürmekle ve tıpkı Boğazici öğrencilerine yaptığı gibi alfabenin bütün harflerini kullanarak onları çeşitli örgütlere üye teröristler olarak göstermekle meşgulken, Mansur Yavaş öğrencilere bu sıkıntınız için bize başvurun çağrısı yapıyor, beş-altı bin öğrenciye barınacak yer buluyor, müthis bir organizasyonla, nezaket ve içtenlikli bir tavırla onları mutlu ediyor ve geleceğe umutla bakmalarını sağlıyor.

Allahtan hikayede bloke konulacak bir banka hesabı, bir iban numarası filan yok!

Hocaların hocası Emre Kongar diyor ki: “İnsanın ulaşabileceği en büyük başarı, en büyük kazanç ‘güvenilir kişi’ olmaktır!”

Bu çocuklar yarın okullarını bitirip hayata atıldıklarında kariyerlerinin en başında kendilerine karşılıksız yapılan bu güzelliği unutmayacaklar ve Yavaş’ı güvenilir bir sığınak, güvenilir bir kişi olarak hatırlayacaklar.

Bundan daha büyük bir seçim başarısı olabilir mi?

 

Aşı karşıtı

Karikatürcülerin, mizah yazarlarının istisnasız hepsi; komik ya da aykırı muhabbetlerin veya tiplerin olduğu ortamlarda, arkadaşlarının, “Hadi hadi iyisin sana buradan güzel malzeme çıkar!” benzeri cümlelerine muhatap olmuşlardır.

Açık söyleyeyim, bu cümlenin kurulduğu durumlardan pek malzeme çıktığına ben rastlamadım. Rastlayanı da tanımam!

Ama aşağıda karikatür olarak çizdiğim muhabbetin birebir aynısına pazar yerinde şahit oldum. Adamlar ciddi idi üstelik..
Ben, hem güldüm hem de düşündüm!

 

 

Metod ayni

Türkiye’de her metrekareyi Fetö’cüler sarmışken; askeri, polisi, adliyeyi, hastaneyi, postaneyi cemaatçiler ele geçirmişken; sivil özel her kurumun abisi, imamı varken, iki yer fetö’nün hiç ilgisini çekmemiş.

Konya’ da etli ekmek imamı bile ihdas edilmişken Fetö sadece iki kurumla hiç ilgilenmemiş!

Çünkü oralardan hiç Fetö’cü tutuklanmadı!

Nerelerden?

Büyük Millet Meclisinden ve Yüksek Seçim Kurulundan!..

Neden buralardan hiç Fetö’cü çıkmamış?

Çünkü Meclis’te, İktidar partisinde Fetöcü milletvekilleri vardı derlerse, onların ‘kaldırdığı el’ farkı ile geçen kanunlar kadük hale gelecek!

Hele YSK’da Fetö vardı derlerse, ortaklık boyunca yapılmış bütün seçimler kadük hale gelecek!

Öyle ya “mezardaki ölülerinize oy verdirin!” diye tamim yayınlayan sümüklü vaiz, “ölüler bu oyları istedikleri partilere versin!” diye bunu istiyor değil ya!
Ortağına versinler diye istiyor!

Şimdi Fetö yok!

Ama yöntemini AKP’ye miras olarak bırakmış.

yaşamakta olduğumuz ağır buhranın suçlusunu yaratırken aynı pet taraması yapılıyor.

-Yüksek dövizin suçlusu dış baronlar,

-Pahalılığın suçlusu marketler,

-Yüksek faizin suçlusu bankalar,

-Eriyen döviz rezervinin suçlusu haftada bir görevden alınan Merkez Bankası

Başkanları,

-Ülkenin bütün kasabalarını işgal eden kaçak mülteci sorunun suçlusu Avrupa,

-Öğrencilerin barınma sorunu yaşamasının suçlusu yine öğrenciler…

Metod hiç değişmiyor.
“Dicle’nin kenarında, kurdun kaptığı koyunun bile sorumlusu benim!” cümlesini sanki Erdoğan değil de bu dış baronlar, market sahipleri, banka patronları, merkez bankası başkanları kurmuş!

“En yetkili benim!” diyorsan sorumluluğu da alacak, “yapamadım olmadı!” deyip özür dileyecek ve istifa edeceksin!

Albert Einstein’in o sözünü yeniden hatırlatalım:

“Hiç bir sorun, o sorunu yaratan bilinç düzeyi ile çözülemez!”

LOMBOZ 26 EYLÜL 2021 PAZAR

Biden neden Erdoğan ile görüşmedi?

Tahmin ediyorum bu sorunun gerçek cevabını bilen pek azdır.

Bir ben, bir Biden, bir Beyaz Saray’ın Türkçe tercümanı ve bir de belki Biden’in psikolojik danışmanı.

Hatırlayın; Biden, Obama’nın altı sekreterinden biriydi. 

Biraz yaşı geçkindi, belki uçak merdivenleri gibi dik satıhlarda zaman zaman takılıyordu ama Ortadoğu meselelerini ondan daha iyi anlayan yoktu.

O dönemde üç dört kere Türkiye’ye geldi. 

Taa 74’ Kıbrıs harekatından beri Türkiye ile pek muhabbeti olduğu söylenemezdi ama Obama’nın yardımcılığı döneminde biraz ileri gitmeye başladı..
“Türkiye ile işlerimizi eldiven giyerek yapıyoruz!” kabilinden, boyundan büyük cümleler kurunca bizimkiler buna işaret koydu!

Biliyorsunuz, Joe Biden’in adı ‘Joe Biden’ olarak yazılır ama “Co Baydın” olarak okunur.

Bir seferinde yine böyle bir lüzumsuz kelam sarf etmesi üzerine bizim Reis tepki gösterdi ve, “Co Baydın!, artık sen de baydın!” dedi.

Tabi bu cümle çok geçmeden Joe Biden’ın kulağına gitti. Fakat haliyle bişey anlamadı!

Türkçe çevirmenini Beyaz Saray’daki odasına çağırdı.

“Adam benim adımı iki kez söyleyerek mutmain oluyor! Bunun anlamı ne?” diye sordu.

Çevirmen, işinin erbabı ama neticede o da bir Amerikalı.. 

“Baydın” kelimesinin İngilizcedeki tam karşılığını bulamadı.
Bilmiyorum da diyecek değil ya!..

Serde işinden olup bu yaştan sonra Berlitz dershanelerinde Türkçe hocası olmak var!

 

“Baydın, Türkçede kötü bir kelime efendim! Burada, sizin huzurunuzda, yüzünüze karşı tam ve açık olarak deklare etmekten hicap ederim!” deyip işin içinden sıyrıldı.

Biden, “Nasıl yani, ‘fuckin’ filan gibi mi? diyecek oldu.. Tercüman kahve servisi esnasında kapıdan usulca süzülüp naşladı!

Biden’in kafasında o tarihten itibaren, kendi isminin Türkçede kötü bir karşılığı olduğu ‘fikri sabiti’ yerleşti. 

Hatta bu duygu zamanla, psikoloji biliminde ‘travma’ olarak isimlendirilen bir bilişsel bozukluğa dönüştü.
Doğal olarak her travmada yaşanan “yüzleşmekten kaçınma” şeklindeki semptomlar, Biden’da en şiddetli şekliyle tezahür etti.

Herhangi bir Türk ile zorunlu karşılaşma durumlarında kendini, sadece ön adını söyleyerek: “Joe.. I am only Joe!” şeklinde takdim etmeye başladı. 

Lakin Biden için en iyi, onu en rahat hissettiren çözüm Türklerle karşılaşmamak idi.

Bu nedenle de Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan ile yüz yüze gelmekten ve onun ağzından “Baydın!” kelimesini duymaktan kaçınıyor.
Ben bunu daha önce de yazdım. Beyaz Saray’dan bir yalanlama gelmedi.
Durum tam olarak budur! 

Kripto

Hani Bülent Arınç bir zamanlar; işler yolunda, keyifler tıkırında iken “Rabbim verdikçe veriyor!” demişti ya, aynı Bülent Arınç’a şimdi sorsanız eminim yorumu “Rabbim aldıkça alıyor!” şeklinde olacaktır.

Faik Öztrak’ın, AKP’yi topluca tanımlarken kullandığı meşhur “Freni patlamış kamyon!” aforizması şimdi AKP nin tek tek kahramanları için de cari hale geldi.

Kah Peker’in açıklamaları ile kah oluşan çeşitli çap ve ebatta yolsuzluklar ve skandallar ile, her hafta bir ya da birkaç AKP yiğidi patlıyor! 

Haliyle bu patlamaların harareti de oyların gitgide daha hızlı erimesine neden oluyor.

Yirmi yıldır şikayet konusu edilmeyen en fazla da AKP tarafından kullanılan ‘anket’ işinin, şimdi denetlenmeye muhtaç, marazlı bir iş olarak gösterilmeye çalışılmasının altında yatan olgu bu esef verici erimeden başka birşey değil.

Bu hafta patlayan yiğitlerden biri de Saray’ın ekonomi danışmanlarından Yiğit Bulut oldu. Gerçi Sayın Bulut daha önce de birkaç kez orta şiddette patlamıştı ama ne gam!

Sözcü gazetesi elini arşive daldırdı, çıkardı ve Yiğit Bulut’un eski makalelerinden birini buldu. Bulut o makalede diyor ki:

“Türkiye Başkanlık Sistemine geçerse, ekonomik analizleri son 10 yılda gerçekleşen biri olarak diyorum ki; neyiniz varsa tam olarak en az 3’e katlanacak…”

Üstelik Bulut bu görüşü kazara söylemiş değil. Başka bir makalesinde bir kez daha tekrarlıyor..

Peki haksız mı çıkıyor?

Hayır!..

Neyimiz var?

Fakirliğimiz!

Fakirliğimiz tam olarak üçe katlanıyor. 

Yiğit Bulut bu makaleyi yazdığında: 

“950 Lira olan açlık sınırı bugün 2926 Lira”

“3123 Lira olan yoksulluk sınırı bugün 9553 Lira” oldu.

Yani tam isabet!

Belki kimse farkında değil ama bence Bulut, sanki Saray’daki en muzip kripto muhaliflerden biri.

Nereden mi çıkardım?

İnsan bu kadar da muhalefete çalışır mı?

Samsun açıkları geceleri ışıl ışıl gemilerle süslü. 

Samsun açıklarında, 1919’da Bandırma Vapuru’nun demirlediği sularda, onlarca gemi demirlemiş, limana yanaşıp yüklerini boşaltmak için sıra bekliyor.

Yüklerinin ne olduğunu, yıllarca Dünya Gazetesi’nde ekonomi muhabirliği ve yazarlığı yapmış, şimdilerde yerel ‘Halk Gazetesi’ yazarı Ragıp Göker köşesinde yazıyor.

“Yükleri buğday!”

Onlarca gemi, yirmi yıl öncesinin buğday ambarı Türkiye’nin bir limanına, yurtdışından ithal edilen yüzbinlerce ton buğdayı boşaltmak için sıra bekliyor.
Buğdaylar buradan tırlarla Anadolu’ya dağılacak!

Samsun açıkları geceleri ışıl ışıl gemilerle süslü. 

Garip bir mutluluk, garip bir hüzün peyzajı… 

Daha 2000 yılında; nüfusumuz 66 milyon iken, 21,5 milyon ton buğday üretip bunun 1,7 milyon tonunu ihraç eden biz;

Bugün Suriyelilerle birlikte 90 milyonu bulan nüfusumuz ile, 20 milyon ton buğday üretir, üstüne 10,5 milyon ton da ithal eder duruma gelmişiz.

Samsun açıkları geceleri ışıl ışıl gemilerle süslü. 

Hem buruk bir mutluluk hem de derin bir hüzün veren manzara.. 

Buruk mutluluk: Çünkü artık buğdayımız kendi tüketimimize yetmiyor. Açığımızı ithalat ile kapatıyoruz. Yoksa aç kalacağız! İthalatın fazlasını da makarna yapıp ihraç etmek gibi bir avuntumuz var!

Derin bir hüzün: Çünkü doğru tarım politikasıyla, çiftçiye genel bütçeden, yasa ile taahhüt edilmiş desteği vererek daha fazlasını biz üretebilir, bu gemileri; varlığımızı götüren işgal gemileri gibi değil, buğdayımızı dışarı taşıyan, bize varlık sağlayan müttefik gemileri olarak izleyebilirdik. 


Kendi beceriksizliğimiz yüzünden, açıkta ışıl ışıl sıra bekleyen gemilere bakıp hüzünleniyoruz!

Atatürk’ün şu cümlesi kulaklarımızda:

“Gerçek işgal kılıçla değil, sabanla yapılır!”

Bıldır yediğin hurmalar…

2012 uygulamaya alınan 5957 sayılı “Yeni Hal Yasası”ndaki en önemli değişiklik marketlere tanınan ayrıcalık idi. 

Marketlere, ‘hal’e girmeden, ürünü doğrudan üreticiden alma imtiyazı tanındı!
Hükümet bu imtiyazın sonucu olarak gıda fiyatlarının yüzde yirmi beş oranında düşeceğini iddia etti.

“Öyle olmaz!” dediler, dinlemedi.

Bugün aynı hükümet üyeleri, sanki bu yasayı çıkaranlar kendileri değilmiş gibi, marketleri; ürünlerini halden almamakla; kafalarına göre üreticiden ürün toplamakla ve keyfi fiyat oluşturmakla suçluyor!

İyi de bu imtiyazı, itirazlara rağmen on yıl önce siz vermediniz mi?

Arkadaş, burası okul mu yahu?

Siz her şeyi deneye yanıla öğrenmeye çalışıp her seferinde de sınıfta kalacaksınız!

Olan memleketin ürününe, üreticisine, tüketicisine olacak!

Kaybettiğimiz zamanla, en çok da geleceğine olacak!

LOMBOZ 24 EYLÜL 2021 CUMA

 

Bir Bolsonaro’ya bakın bir de bize..
Brezilya’nın Amerikancılığı ve İsrailciliği ile bilinen, aşırı sağcı, muhafazakar devlet başkanı yani bir manada Brezilya’nın AKP’sinin başkanı Bolsonaro, aşı karşıtı olduğu için haliyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na da aşısız geldi.

Bilindiği gibi Genel Kurulda ilk konuşmayı her daim Brezilya yapıyor. 

1947’de ilk oturuma Brezilyalı bir diplomatın başkanlık etmesi ile başlayan gelenek öylece sürüyor. (Bizim Reis’in buna da bir itiraz etmesini beklerdik ya, artık kısmetse bi dahaki sefere!) 

Bolsonaro’nun önce, salona alınıp alınmaması tartışılsa da alınması yönünde karar çıktı ve mutad olduğu üzere ilk konuşmayı yaparak konuşmasının sonunda, avanesiyle birlikte, koştur koştur pizzacıya geçti. 

Lakin pizzacı dişli çıktı!
Genel Kurul gibi gevşek davranmadı.
“Devlet başkanı da olsan restoranıma aşısız giremezsin!” diye tutturdu ve dediğini yaptı.

Bolsonaro’da boş değil.. O da inatçı!.. 
“Tropikallerin Trump’ı” diye adı çıkmış.
Tuttuğunu kopartan cinsten..
Adamı seçim konuşmasında bıçakladılar, sürüne sürüne seçimi galip bitirdi!

Amerika’ya kadar gelmiş; illa o ‘lanet olası’ pizzayı yiyecek!

Aşılı ve HES kodlu adamlarından birine bizzat parasını vererek pizzaları aldırdı. 

Restoranın karşısına geçip, güya restoran müdürüne gıcık vererek, esasında ezik bir şekilde parmaklarını yalaya yalaya karışık pizzaları gömdüler!

Şimdi allahaşkına!..

Bir şu rezalete bakın; bir de bizim ekibin New York’un bir nevi Bağdat Caddesi’nde, zırhlı çakarlı dabıl makam otomobili ve onlarca takipçi araç ile “dürüli, dürüli, daarrt!, daarrt!” şeklinde, gururdan insanın içini mıncıklayan sesler çıkararak, BM binasından tam dört metre daha yüksek “Türkevi” binasının açılışını yapmaya gidişine bakın!

… 

Bu itibarlı geçişi kıskanıp “sünnet konvoyu gibi dolaşıyorlar!” yakıştırmasını yapanlar şu Bolsonaro’nun pizza rezaletini neden görmezler?..

Sonuçta O da başkan, bizimki de başkan!

 

Elinize yüzünüze dursun

AKP’nin iktidara geldiği yıl “45 liracık”  olan ve iki adet çeyrek altın alınabilen, yine de üste para artan öğrenci bursu ile şimdi bir çeyrek altın bile alınamıyor olması işin diğer tarafı.

Bu çok yazıldı, çizildi anlatıldı.

Benim üzerinde durmak istediğim yer ‘bu hesap oyunu’ değil.

Yanlış hesap nasılsa Bağdat’tan dönecekti, döndü!..

Benim olayın daha önemli bulduğum tarafı:

 “Elinize, yüzünüze dursun!” tarafı.

Gerçi onun da doğrusu “Gözünüze, dizinize dursun”dur ya, böyle kabul edelim.

Bu bir ‘ilenme’ cümlesidir!

“Durmak” fiilinin etimolojisine bakıldığında “tutulmak” anlamını da içerdiğini görürüz.

Yani bu deyim: nankörlük eden birine ‘Allah nankörlüğünün cezasını seni kör ve kötürüm ederek versin’ anlamına gelen bir bedduadır.

Bedduayı kim yapmıştır?

Vatandaşın, kendinden toplanan parayı, yine kendisi için kullanma yetkisini geçici olarak verdiği ekibin, en düzey temsilcisi; yani Cumhurbaşkanı…

Kime yapmıştır?

Mekanın asıl sahibine; KYK bursunu az bulan çoğu genç, öğrenci vatandaşa!

Peki tutar mı?

Evet maalesef tutar!

Çünkü dua ve beddua salt uhrevi bir istek değildir. 

Dua ve bedduanın temeli dine ve felsefeye göre ‘uygulama’dır.
Dua ve beddua niyeti ve kararı gösterir. 

Uygulama yetkisi elinde olanın duası ve bedduası elbette tutar!

Çünkü onu uygulama gücüne sahiptir.

Hani çocukluğumuzdan beri, “Aman babanın bedduası tutar!” derler.
Neden?

Çünkü baba mirastan reddetme yetkisine haizdir! 

Nitekim; ‘45 liracık’ ile iki çeyrek altın alınıp para artarken, koskoca, yanaklarını doldura doldura söylediğiniz ‘650 lira’ ile bugün bir çeyrek bile alınamıyor!

Demek ki tutmuş tutacağı kadar! 



 

 

Abartmayalım

İki Türk askerinin yakılması emrini veren IŞİD kadısının Gaziantep’te kuşçuluk yaptığını

İsmail Saymaz haber yapınca, devlet harekete geçti. IŞİD yani Reis’in deyişiyle DAEŞ kadısı tutuklandı.

Çok da abartmayalım!.. 

TCDD’ye Genel Müdür yapılmamış ya!

 

Ah bu dış güçler

Dış güçlerin varil hesabı verdiği petrolden yaptığımız benzinin, rafineri çıkış fiyatı kaç lira? El cevap: 1.5 Lira!
Biz onu vatandaşa kaça satıyoruz? 

Neredeyse 8 Liraya!

Dış güçlerin gümrüğümüze 100 bin liraya bıraktığı otomobili, Gümrük vergisi ile, ÖTV ile, KDV ile, acenta karı ile biz vatandaşımıza kaça satıyoruz?  en az 500 bin liraya!.

Dış güçlerin bize 460 liraya sattığı kanser ilacını kutusuna dokunmadan biz vatandaşa kaça satıyoruz? 

21 bin liraya!  (Yanlış okumadınız. Sayıştay raporu ile sabit!) 

Sonra da ekonomimizi dış güçler batırmak istiyor diye feryat figan sağa sola efeleniyoruz!

Hadi biraz kafayı dağıtalım, unutalım diyecek oluyoruz, onu da yapamıyoruz!

Hayır, üzümü de anasonu da ismi de yerli olan ve litresi, taş çatlasın 10 liraya mal olan aslan sütünü de mi dış güçler 249 liraya sattırıyor arkadaş?

 

BM’de doğru söyler Ankara’da şaşar

Cumhurbaşkanımız, Birleşmiş Milletler kürsüsünde konuşurken, promptırından adeta dünyanın en yeşil en çevreci hitabetini okudu. 

Memlekete döner dönmez, iklim değişimi etkilerini azaltmak ve daha yeşil bir dünyayı yaratmak için gerekli yasaları çıkaracağını belirtti ve kampanyasını; kendisinin de, kendi yazdığını sandığı; üç dile çevrilmiş bir kitapla destekledi: “Daha iyi bir dünya mümkün” …
Konuşmasında Grönland’ın yükseklerine yağmur yağdığından bile bahsetti. 

Diğer devlet başkanlarını abandone etti. İşe yarayacağını bilse, on numara olsun diye önden Ali Erbaş’a da bir giriş yaptıracaktı neredeyse!

Öte yandan Üsküdar Belediyesi, aynı sıralarda. Türkiye saatiyle, saat sabahın körüyken Validebağ Korusu’na, kamyonla moloz döktü.
Korunun yeşil zeminine, kamyon işi tahta, toprak, taş parçalarını, artık maddeleri, kartonpiyer curufunu, adeta; sizin yeşilinizin ortasına işte böyle şaaparlar der gibi boşalttı. Sonra da “yanlışlıkla oldu!” dedi..

Reis, BM kürsüsünde dünyaya adeta Greenpeace eş-başkanıymışcasına talkım verirken, belediyesi aynı dakikalarda, “inadım inat” kabilinden Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından birinci derece koruma alanı ilan edilmiş, tescilli doğal SİT alanını ranta açma girişimini sürdürdü. 

Duruma ilişkin en güzel yorumu, KRT’nin Medya Terapi programında; bir Afyon türküsünden torniste edilmiş mısralarla, ekran ustası Zafer Arapkirli’den dinledik.  “Yalan mıydı Yaşar..
BM’de doğru söyler Ankara ‘da Şaşar!”

LOMBOZ 19 EYLÜL 2021 PAZAR

 

Seçimlerde Erdoğan aday olmayacak!

Temel Karamollaoğlu; Ruhat Mengi ile söyleşisinde, Mengi’nin: 

“Diyelim ki şartlar değişti, AKP sizi razı etti. Birdenbire Cumhur İttifakı’na girmeniz mümkün mü?” şeklindeki sorusunu esprili bir şekilde: 

“Mümkün!.. Beni cumhurbaşkanı adayları olarak ilan ederlerse!” diye yanıtlıyor.

Amman deyim Temel Hoca!

O kadar sıkışmış durumdalar ki, şakasını bile yapma!

Kazanacaklarını bilseler değil sana, bildiğin “Kılıjdaroğlu”na bile adaylık teklifi götürürler.

Ama bu saatten sonra çok net görülüyor ki kimi aday yaparlarsa yapsınlar kazanamayacaklar!..

Peki kaybedileceği belli bir seçimde de Erdoğan göz göre göre aday olur mu?

El cevap: Olmaz!

Ol-mazz!

Ve de şuraya yazıyorum, önümüzdeki seçimlerde Erdoğan aday olmayacak!

“Var mısın?” diyenle, hatta iddiaya giren ‘Tayyip Erdoğan’ olsa da girerim!

Peki ne mi yapacak?

Onu da günü gelince konuşuruz! 

 

Mustafa Mutlu neden mutsuz!

Mutlu’yu Halk Tv’de Ayşenur Arslan’ın ‘Medya Mahallesi’ programında izledim.

Mustafa, bildiğimiz Mustafa..

Yine “mış gibi” yapmadı. 

Mış gibi yapanlara da, hangi cenahtan olursa olsun verdi veriştirdi.

Sanki ülkede hukuk varmış da eksikleri varmış gibi yapanlara,

Sanki ülkede demokrasi varmış da daha iyi olabilirmiş gibi konuşanlara,

Sanki ülkede ekonomi yönetiliyormuş da bazı sıkıntıları varmış gibi yandan eleştirenlere,

Sanki ülkede eğitim varmış da problemleri varmış gibi tartışanlara,

Sanki bu ülkede bir yönetim varmış da daha iyi yönetebilirmiş gibi konuşanlara seslendi.

“Yok arkadaş! Bunlar varmış gibi davranmayın!” dedi.

“mış gibi” yapınca “az da olsa var!” sanılıyor demeye getirdi ki altına imzamı atarım.

Yandaş medyanın, çalıştığı gazeteleri televizyonları satın alarak işsiz bıraktığı, Mustafa Mutlu’nun, pek paylaşım yapmasa da sosyal medyada on binlerce takipçisi var..
Onlar diyor ki: “Seni yine ekranlarda görmek istiyoruz!”
Ben de buradan ilgili televizyon kanallarının yöneticilerine hatırlatıyorum.
Mustafa Mutlu ayarında “mış gibi” yapmayan bir gazeteciyi ekranlarda görmek isteyen çok izleyici var.
Ben de onlardan biriyim.

Aynı gemideyiz ama gemi battı!

Başkanlığa yeniden atanan Ali Erbaş’ı yalnızca Diyanet İşleri Başkanı olarak görmek onun pozisyonunu oldukça eksik tanımlar.

Yeni model Şeyhülislam demek de lüzumundan çok fazla paye vermek anlamına gelir.

İşin özü şudur:

AKP iktidarını bir gemi olarak tasavvur edersek, bu geminin kaptan ve mürettebatının, Ali Erbaş’ı açık seçik geminin “cankurtaran filikası” olarak konumlandırdığını görürüz. 

Gel gör ki bu filika’nın, batan gemiden kurtulan kazazedeleri güvenli bir limana taşıyabilecek kabiliyette olup olmadığı da son derece meçhul.  

Hayır, azgın dalgaların darbelerine dayanıklı olsa da, kazazede sayısı o kadar fazla ki bu kadar kazazedeyi alacak kapasitede bir filika henüz imal edilmedi!

Biz sormaktan bıkmayız!

Buradan üçüncü kez soruyoruz. 

Biz sormaktan bıkmayız.

Türkiye’den Bulgaristan’a geçerken aracının zulasında 100 kilo eroinle yakalanan; sonra da “Valla benim haberim yok, aracıma zula yapıp kardeşim koymuş. Elinde sarı paketler görmüştüm. Zaten kendisi de pek sabıkalıdır!” diyerek bir siyasal islamcıdan beklendiği gibi ilk fırsatta en yakınındakini satan, hakkındaki haberlere yayın yasağı getirilen, Avrupalı Müslümanlar Girişimi Sözcüsü olup, bir yandan Fransız vatandaşı iken bir yandan da Brüksel Büyükelçiliğimizin Basın Müşavirliğini yapmış Veysel Filiz ne durumda?

Bu yılın Mart ayında CHP İzmir milletvekili Mahir Polat’ın “Veysel Filiz’i kim koruyor?” 

başlıklı bir soru önergesi verdiğini, önerge verdiği Bakanın da bakanlık yaptığı bakanlığa, kendi şirketinden mal sattığı ortaya çıkınca önergeye cevap veremeden paldır küldür “affedildiğini” biliyoruz. 

Fransız vatandaşı olmakla birlikte vaktiyle, Brüksel Büyükelçiliğinde nasıl olup da Basın Müşavirliği görevini ifa ettiğini, Avrupalı Müslümanların sözcüsü iken nasıl olup da eroin taşıma gibi sigortasız bir işe bulaştığını merak ettiğimiz Filiz’in hali ahvali nedir?

Sağ mıdır? Selamette midir? 

Kardeşinden başka satacağı kimse var mıdır?

Misal eroinleri kimden almıştır? Kime verecektir?
Hakkındaki yayın yasağı sürmekte midir?

Merak etmenin cezası var mıdır?

Yoktur!

Öyleyse merak ediyoruz işte!

Bir makinistin düşündürdükleri

Adeta cinayetin bir başka adı olan “Çorlu tren kazasının 2018’den bu yana görülmekte olan davası olmasa idi, ister istemez yöneticilerin ‘temkin düzeyi’ bu kadar yükselmemiş olacak;  8. kez açılışı ertelenen Ankara- Sivas hızlandırılmış tren projesinin açılışı ertelenmeyecek, aynı eksik altyapı ile aynı ticari kaygı ile  kısaca aynı gerekçelerle eksikli açılış yapılacak, mazallah belki de açılışı yapmak üzere bizzat trenle Sivas’a gitmek arzusunda olan Saray zevatının başına da bir iş gelmiş olacaktı!

Yeni hattın açılışı, tamamlanamamış işler nedeniyle neden 8. kez ötelendi?

Çünkü önünde sonunda; kazada yiten canların yakınları ve avukatlarının, filmlere konu olacak direnci sayesinde, göstermelik değil gerçek suçlularının adalet önünde terleyeceği anlaşıldı.
Kaza’nın üst düzey sorumlularının bir türlü istedikleri gibi sonuçlandıramadıkları
‘Çorlu Tren Kazası Davası’nın bir ders olduğu kesin.
Bütün acılı hikayelerine rağmen, bu kazanın, yöneticiler üzerinde böyle bir ‘ihtiyat efekti’ yarattığı hiç kuşku götürmez.


Bu iktidar gider, yenisi gelir..
Bu gün olmasa da yarın, gerçek adalet tecelli eder ve bu dava gerektiği gibi sonuçlanır.

Gün olur, Devlet Demir Yollarının yöneticileri -halen kendi kadroları içerisinde mevcut olan- daha liyakat sahibi daha vicdanlı çalışanlardan seçilir. Sistem yenilenir, sinyalizasyon toparlanır, taşeronlar devreden çıkartılır, tren yolları, trenler, vagonlar uygun hale getirilir, her şey düzeltilir de bu: “16 leşim var, 6 daha olunca iki futbol takımı tamamlanıyor!” ifadesini sosyal medya hesabından paylaşacak düşüklükteki zihin mertebesini nasıl toparlanır?
Asıl sorun bu!