Haftadan karikatürler

Mayıs’tan karikatürler

LOMBOZ 26 MAYIS 2023

Kıvrak zeka buysa.. 

Hatırlayın!

Hani pandemi dönemi fırsatçılığı yaparak, kendi bakanlığına, kendi ürettiği hijyen malzemesini piyasadan daha pahalı fiyata sokuşturan, -ismi lazım değil- bir kadın bakan vardı ya!

Ne oldu o ablaya?


Hiç birşey olmadı! Devamını Oku

Haftadan Karikatürler

Ayın Karikatürlerinden

Lomboz 21 Nisan 2023

Aramızdaki Tayyip Erdoğan’lar

İsmi lazım değil, üstelik de hem deneyimli hem de akademisyen bir siyasetçi yolda karşılaştığı bir genç kadına önce önümüzdeki seçimde tercihini sordu.

Devamını Oku

Ayın Karikatürleri

Lomboz 7 Nisan 2023

Koyun kokusu

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinin biyoloji bölümünde tam altı buçuk yıl okudum.

Hayır, okul altı buçuk yıl değildi tabi ki!
Fen Fakültesi gibi ağır bir müfredatı, yüzde seksen devam zorunluluğu olan bir okulda okurken, bir yandan da profesyonel karikatüristlik yaptığım için; yani bu karikatür sevdası yüzünden okuldan, iki buçuk yıl fazladan tetebbu ederek mezun olabildim.

 


O zamanlar ‘karikatüristlik’ taşrada çok bilinen bir meslek değildi.
Kahvehanede, babamın bir arkadaşının: “Yiğenim, İstanbul’da ne iş yapıyorsun?” şeklindeki sorusuna, “Karikatüristim!” cevabını verince, amca önce başını gövdesiyle birlikte bir süre öne arkaya sallamış, sonra da kaşlarını kaldırıp aldığı derin nefesi verirken “Öyle gezmeynen iş olmaz!” diye bir cümle kurmuştu.

Anlamamıştım! Ne gezmesi?
Çok zaman sonra “dank” etti!..
Kelimenin sonundaki “türist” den, işin gezmeli mezmeli, “hayta” bir iş olduğunu düşünmüştü amcacık!

…  

..
Neyse konuya dönelim.
Okulda o kadar uzun süre takılınca bazı normlarınız değişebiliyor. 

Misal hücre ve hücre çekirdeği o kadar hayatımızın içindeydi ki, okulun genetik kurunu bitirdiğimde, hücre çekirdeği anlamına gelen “nükleus” kelimesini, herkesin; Sultan Hamam’daki hamalların bile bildiğini sanıyordum.

Sonra anladım ki ‘Nomenkülatura binnaris’i bile çok az kişi biliyormuş!
Mesleki kaptırıp gitmişlikle gelen mesleki salaklık!

İşte bu yüzden ben gerçekten ciddi ciddi şundan kuşkulanıyorum.
Acaba Sayın Nebati, bu memleketin hazinesinin ve maliyesinin bakanı olarak bu söylediğinde samimi olabilir mi?
Tıpkı, damak tadı henüz Türk Milletinin düzeyine ulaşamamış ve bu yüzden “Et pahalı geliyorsa koyun kestirin, daha ucuza geliyor, ben öyle yapıyorum” diyen Büyük Birlik Partisinin başkanı Sayın Mustafa Destici gibi…

Daha önce “Et yemeyin, ot yiyin, daha sağlıklı” diyen bakan gibi…

Yani gerçekten, Sayın Nebati Bakanımız da “Aslında ette bir fiyat sorunumuz yok. 

Koyun diye bir evcil hayvanımız var. Fiyatı dana etinden çok ucuz. Ama eti kokuyor! Artık gelişmiş olan vatandaşımızın, gelişen damak tadına uygun değil. Onu sevmiyor!”

mealindeki cümleyi, gerçekten de, zenginlik pergeliyle çizilmiş bir daire içinde yaşadığı ve o dairenin dışından bihaber olduğu için kuruyor olabilir mi?

Bu abiler, gerçekten de hiç kasaba gitmiyor ve kasapta koyun eti diye bir etin satılmadığını, kuzu etinin de dana etinden daha pahalı satıldığını bilmiyor olabilirler mi?

Mesela Türkiye’nin en büyük seyahat acentasının ve bissürü ottelin sahibi olan Turizm Bakanı, ortalama vatandaş arasında parasızlıktan ömür boyu tatile çıkamamak gibi bir durum olduğunu bilmiyor olabilir mi? 

Mesela bissürü hastanesi olan Sağlık Bakanı; parasızlıktan, “ya amansız bir hastalığa yakalanırsam hastane parasını nasıl öderim” endişesinin beynini kemirmesi sonucu amansız hastalığa yakalanan bir gariban kesimin var olabileceğini tahmin edemiyor olabilir mi?       

Sordum:
Amerika’da en baba etin kilosu 12 dolar. Amerikalı asgari ücretlinin saat ücreti 15 dolar. 

Bizde En ucuz et 350 Lira. Asgari ücretlinin saat ücreti 35 Lira. 

Adam bir kilo eti bir saatlik ücreti ile fazla fazla alırken, bizim garibanın, bırak saati, bir günlük yevmiyesi bile yetmiyor!

Arkadaş!

Şu bakanları zenginden seçmeyin hakikatten yahu!..
Hergün Papermoon’da porsiyonu iki bin liraya risotto yiyen adam makarnanın paket fiyatını bilebilir mi? 

 

Açık ve net anlatmak lazım!

Konuya girmeden merhum Nehar usta’yı bir analım.

Nehar Tüblek Hürriyet gazetesindeki köşesinde sık sık üzerine vatandaşın oturtulduğu biz kazık karikatürü çizerdi.

Zamları ve hayat pahalılığını, elinde filesiyle bu kazığın üzerinde oturan vatandaşı konuşturarak anlatmaya çalışırdı.
Bu görüntü, zammın ve enflasyonun etkili bir sembolü haline gelmişti.

Bu girizgahı şunun için yaptık?

Geçen gün, 18 Dakika programında Emre Hoca ile Merdan Yanardağ’ın; RTÜK korkusundan ziyade yüksek nezaketlerinden kaynaklanan bir hassasiyetle, kazığı Nehar Tüblek gibi yerli yerine oturtamayınca, ‘enflasyonun azalmasının fiyatların ucuzlaması anlamına gelmeyeceğini’ anlatmakta nasıl zorlandıklarını, nasıl kıvrandıklarını izledim.

Her ikisi de konuşmacısı oldukları programın; kuşağı, çerçevesi, ağırlığı yanında, akademisyen duruşlarının çizdiği sınırlar içinde kalma kaygısıyla olsa gerek, mizahın o hınzır tarzını kullanamadılar ve Nehar ustanın üslubundaki o çıplak netliğe ulaşamadılar .


Misal Emre Hoca, meseleyi izah etmeye çalışırken, kazığın gırtlağa, ciğere kadar sokulması” gibi bir oral tanımlama ile fiili bir nebze yumuşatma yoluna gitti.

Merdan Yanardağ ise, enflasyon artış hızını, otomobille gidilen bir yola benzeterek, enflasyon yüzde yüz iken, otomobille 200 km yol aldıysanız, enflasyon yüzde elliye düştüğünde 100 km daha yol alırsınız. Böylece aldığınız yolun toplamı 300 km’ye çıkar” gibi bir oransal modelleme yaptı. 

Son üniversite sınavında 1 milyon öğrencisine sıfır çektirmiş bir ülkenin insanına, başlarındaki en büyük belayı matematikle anlatmaya çalıştı.

Metin Akpınar üstadın, ünlü “Beyoğlu Beyoğlu” oyunundaki repliği ile nokta koyalım!

“Na hak yere kendinizi helak etmeyiniz beyler!”

Gelin, doğrudan Nehar ustaya dönelim. 

Enflasyonun azalması ile ürün fiyatlarının nasıl azalmayacağını açık seçik onun metoduyla anlatalım.


Efendim enflasyon, garip kıçımıza sokulan uzun bir kazıktır!
Ancak reel ücretler, ‘reel yani gerçek enflasyon oranı’ kadar yükselirse bunu hissetmeyiz!
Yani kazık kıçımıza, ücretimizin artışı ile enfflasyonun artışı arasındaki fark kadar girer.
Buradan da anlaşılacağı gibi her kesimin enflasyonu, o kesimin ücret artışı ile bağlantılıdır.  

Ücretin hiç artmadığını düşünelim:
Enflasyon yüzde seksen ise kazığın 80 cm’si kıçımıza girmiş demektir.
Tam bu esnada enflasyon %50 düşerse kazığın kıçımıza doğru bu kez, 80’nin yarısı, 40 cm daha itelenmesi demektir.
Enflasyon yarı yarıya düştüğü halde kazığın kıçımızdaki boyutu, inmek bir yana 120 cm ye çıkar.

Peki bu kazık abdominal bölgemizi ne zaman terk eder?
Ancak enflasyon eksiye düşerse kazık duhul etmiş olduğu seviyeden geriye doğru çekilmeye başlar. 

Bir yıl sonra enflasyonun sıfır olması, ürün fiyatlarının bir yıl sonra bugünkü fiyatında olması, yani kazığın kıçımıza girdiği yerde sabit durması demektir.

 


Peki Nehar Tüblek usta bunu “edepsizliğinden” mi bu şekilde anlatıyordu.
Tabi ki hayır!
Kendisini tanımış birisi olarak söylüyorum.
Aksine çok latif bir insandı.
Ancak biliyordu ki vatardaş ancak böyle tarif edersen daha net anlar.

 

Yer ile yeksan

Erdoğan, iftar yemeğinde emeklilere yaptığı konuşmada, Kılıçdaroğlu’nun vaadettiği ikramiyeyi kast ederek: “Muhalefet iktidara gelirse, ekonomiyi iki günde yer ile yeksan edecek” dedi.

Şimdi biz, yıllarını Maliye Gelirler Kontrolörlüğü, Hesap Uzmanlığı gibi devletin hesap kitap işinde yetişmiş, borcun, alacağın ciğerini bilen Kılıçdaroğlu’nun “veririm” demesine mi inanacağız; ben ekonomistim diyen ama tutarlı bir diploma bile gösteremeyen, “Nas” deyip zaten çökmüş bir ekonominin beline son baltayı indiren, hazinenin kasasını tüketip 50 milyar dolarlık borç senedi bırakan Erdoğan’ın “veremez!” demesine mi inanacağız?


Hesap ettim!

Emeklilere verilecek ikramiye, dolar hesabıyla yılda 8 milyar dolar yapıyor.
Hani, Kılıçdaroğlu’nun bir “Hesap Uzmanı” olarak devlete ihalelerle fazladan atılan kazık olarak hesap ettiği 418 milyar doların 8 Milyarcığı!..
Endişeye mahal yok!

 

Soğan kafalı?

Edebiyat öğretmenimiz cevabını beğenmediği öğrenciye “Soğan kafalı!” derdi.
… 

Soğan ikiye ayrılır!
Öyle yumruğu vurunca değil..
Üretim açısından.
“Kısa gün soğanı” Eylül Ekim’de ekilir, bu aylarda hasat edilir, hemen satılır.
“Uzun gün soğanı” Şubat, Martaylarında ekilir ve yaz ortasında hasat edilir. Sonra da depolanarak kurutulur.
Kurumamışı hemen, kurusu ertesi yıl piyasaya verilir.

Siz, işi bilmediğiniz için, soğan depolarına stok yapıyorlar diye terörist muamelesi yaparsanız, depoları basarsanız, üretici korkudan soğanı depolamaz, tazeyken elden çıkarır. 

Elde az miktarda kalarak ertesi yıla ulaşabilen uzun gün soğanı 25 Liraya, 30 liraya satılır!

Soğan kafalılığın alemi yok! 

Kılıçdaroğlu’na, kimler, neden karşı?!


Kılıçdaroğlu’na kimler karşı?

Kılıçdaroğlu’nun “Beşli çete” diye isimlendirdiği ve 2002 yılından bu yana 191 kez değiştirilen kamu ihale yasaları sayesinde “malı götürdüğünü” iddia ettiği ticari zevatın, Kılıçdaroğlu’na gösterdiği sert direnci anlamak kolay!


Onların sağlam gerekçeleri var!
Mal mülk, para pul meselesi…

Devamını Oku

LOMBOZ 10 Şubat 2023

 


Çöktük, kapandık ama tutunamadık! 

Biz o, “Çök – Kapan – Tutun” tatbikatını niye yaptık?
O mesajlar, telefonlarımıza, bir hafta öncesinden tanıtımı yapılarak, saat ve dakika verilerek, 12 Kasım 2022, saat tam 18.57’de, ala–ü vala ile niye geldi?

Söyleyelim;

Çünkü ilgili bakanlığımız, Afad ile birlikte projelendirdiği bir sistem sayesinde, herhangi bir deprem felaketinin hemen öncesinde vatandaşların telefonlarına böyle olağan dışı bir uyarı sesi gelecek, vatandaş da, yine sosyal medya ve tv’ ler üzerinden izleyerek eğitimini aldığı, hatta Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici’den bizzat provasını izlediği ‘çök-kapan-tutun’ hareketini yaparak depremden korunacaktı.

Peki, büyük bir lansmanla provası yapılan, zaman ve belli ki para harcanan, tantanası günlerce süren bu siren mesajlı uygulamanın semeresini bu iki büyük deprem öncesinde, ne ilkinde ne de ikincisinde gören, duyan oldu mu?

Bu projede maksat hasıl oldu mu?

Olmadı!..

Bizimkisi de soru mu?
Hangi projede olmuş ki bunda da olsun!

 


Sahada asker neden yok?

Depremin ilk gününden bu yana soruluyor:

“Deprem bölgelerinde asker neden görünmüyor?

Söyleyelim!
Sebebi, 2007 yılında, bu iktidar tarafından iptal edilen EMASYA protokolü!


Ben söylemiyorum!

Emekli Albay Osman Babuşçu söylüyor!
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz söylüyor!

EMASYA yani: Emniyet, Asayiş, Yardım kelimelerinin ilk iki harfi ile isimlendirilen 

bu protokol, ne sağlıyordu?

Böyle bir felaket durumunda, ülkenin en ücra köyündeki askeri birlik komutanının, kimsenin emir vermesini beklemeden en yakınındaki felakete hızla müdahale etmesini sağlıyordu. 

Elinde bulunan personel, araç, alet, çadır, erzak, seyyar mutfak ve seyyar hastane ile, merkezden gelmesi birkaç gün alacak desteğin ulaşmasına kadar geçecek bu en önemli ve hayati sürede yaşam desteği vermesini sağlıyordu.

Bu birliklerin en küçüklerinin bile envanterinde, demir makaslarından kaynak makinelerine, jeneratörlerden iletişim araçlarına kadar en hayati araçlar yanında, müdahale eğitimli personeli ve prosedürleri bulunuyordu.

Eylemin değerini görebiliyor musunuz?

bu protokol neden iptal edildi?

Nedeni çok basit!

Bu iktidarın, 2007 yılında henüz FETÖ ile kol kola yürünmekteyken, askerin ortalıkta görünmesinin yarattığı darbe paranoyası yüzünden…

Diyanet işleri başkanı, iki sela arasında şunu da bir açıklasa:
Dünyanın, bu en iyi destek ağını koparanların, bugün yaşanan tablonun ağırlaşmasında veballeri az mıdır?


OHAL Niye?

İktidar, deprem felaketinin vurduğu 10 ilde OHAL kararı aldı.

Böyle felaketlerde normal hukuk ortamında alınamayacak kararları, gecikmemek için hızla alıp, eylemleri hızla uygulayabilmek amacıyla ya “Olağanüstü Hal” kararı alınır ya da bir diğer alternatif olarak sözkonusu bölge “Afet Bölgesi” ilan edilir.

Her iki durumda da devlet, vatandaşın vergi, prim, kredi borcu benzeri bazı yükümlülüklerini erteler.

Her iki durumda da devlet ihtiyaç gördüğünde vatandaşın malına mülküne el koyabilir.

Ancak Afet Bölgesi İlanında afet geçtikten sonra devlet verdiği zararı tazmin eder. 

Vatandaş mahkemelere başvurabilir, zararını tazmin ettirebilir. 

Hukuk yolu açıktır.
Afet Bölgesi ilanında, bölgede çalıştırılan personele ek prim verilmesinden, vatandaşın yıkılan, dökülen malzemesini yerine konulmasına kadar çeşitli kayıpları tazmin zorunluluğu vardır.

OHAL ilanında ise Devlet vatandaşa verdiği zararı tazmin etmek zorunda değildir. 

İster eder, ister etmez.
Yetkililer, “devlet bütünlüğüne zarar veriyor” gerekçesini göstererek istediği kişileri tutuklar. Gözaltı süreleri uzar. 

Cumhurbaşkanlığı, OHAL Kararnameleri ile, istediği konudaki yaptırımı, zorunlu hale getirebilir. Misal, hatırlayacağınız gibi ‘otomobillerin cam filmleri’ gibi amaç dışı alanlarda bile OHAL Kararnamesi çıkarabilir.
Haksızlığa uğrayan vatandaş Anayasa Mahkemesine bile başvursa, sonuç alması yıllar sürer..


İktidarın, ‘Afet Bölgesi’ yerine  OHAL’de ısrar etmesinin anlamı ne olabilir?

İki nedeni olabilir:

1- “Vatandaşa her türlü yardımı biz yaptık” diyebilmek için gereken tedbirleri almak,

2- Seçime doğru, her konuda kararname çıkarmanın yolunu hazır tutmak.

Muhalefet, OHAL’e gereksiz olduğu için değil, iktidara güvenmediği için karşı çıkıyor?

Zaten Cumhurbaşkanlığı yönetim modelinde, onbeş dakikada, istediği gibi kararname çıkarma yetkisine sahip olan iktidarın bu önemli yetkiyi yerli yerinde, amacına uygun kullanacağına inanmıyor.

Neden inanmıyor?

E, Perşembenin gelişinden!

 

 

Haftanın utandıran durumu

“Reyiz “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diyordu ama “Bir sabah ansızın Yunan Kurtarma elemanları geldiler.. Ayaklarının tozuyla enkazdan bir çocuk çıkartıp gözyaşlarına boğuldular..

 

Atakum Belediyesinde arı gibi gençler

Depremin ikinci günü, yakın akrabalarla organize olup, elimiz yettiğince acil ihtiyaç olarak belirtilen malzemelerden satın alıp Samsun Atakum Belediyesinin Düğün salonunun önüne götürdük.

Daha birşey söylememize gerek kalmadan, orada hazır bulunan çoğu üniversite öğrencisi yüzlerce gençten birkaçı getirdiğimiz kolileri kaptığı gibi binanın içindeki ayrıştırma salonuna taşıdı.

Onlarca masada, üç yüze yakın genç koordine olmuş, hoparlör sistemi ile yönlendirilerek, harıl harıl  kendilerine verilen görevleri yapıyorlar. 

Kimileri malzemeleri ayrıştırıp koliliyor, kolileri isimlendiriyor, kimi zincir oluşturmuş gelen kolileri, kimi büyük tırlara yüklenerek deprem bölgesine gidecek kolileri taşıyor, kimi dışarıda malzeme getirenleri karşılıyor, boş tırlar geliyor, dolu tırlar gidiyor, herkes işin bir ucundan tutmuş arı gibi çalışıyor. 

Üstelik bu yoğun faaliyet depremin ilk gününden beri artarak ve hızlanarak devam ediyor.


3 kez malzeme götürdük, üçünde de hiç zorlanmadan birkaç dakikada teslimatımızı yapıp çıktık.

Doğru yapılan işler bu büyük acının bir nebze de olsun hafiflemesine neden oluyor.
İnsanımızın, fedakar ve gayretli çabasının, doğru organize edildiğinde ne kadar güçlü ve anlamlı sonuç ürettiğini gösteren Atakum Belediyesini takdir ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Oyak Çimento Hisseleri

Deprem’in büyüklüğü ortaya çıkınca İstanbul Borsasında, BİST100 (En fazla işlem yapılan 100 hisse) içerisinde işlem gören OYAK Çimento hisseleri bir anda uçuşa geçti.

Bir günde yüzde 10 civarında değer kazandı.

Sebep?

Borsa ‘trader’ları uyanık ya! Güya hesap yapıyorlar:

Depremde yıkılan binlerce binanın yerine yapılacak binalarda ne kullanılacak? 

Çimento!
Nereden alınacak bu çimento?

Çimento üreticilerinden!
O durumda çimento üreticilerinin karı artacak, dağıtacağı temettü artacak, hisse senedi fiyatları da yükselecek!

Peki aynı gerekçeyle: 

Tuğla fiyatları artmayacak mı?

Demir fiyatları artmayacak mı?

Çelik kapı, kapı kolu, kapı kilidi fiyatları artmayacak mı?
Ev dediğin sadece çimentoyla mı oluşuyor? 

Klozetler, evyeler, buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonlar depremden sağ mı çıktı?

Buna “Ayı tuzağı” filan diyorlar. O başka!

“İşte kapitalizm böyle birşey, böyle acımasız, şöyle duyarsız” diyenler var.. 

Hepsini bir yana koy!

Bu manzara bana; ölmek üzere olan hastayı acil servise yetiştirmeye çalışan ambulansın peşine takılan ‘sürüngen beyinli’ sürücüleri hatırlattı.

Fırsatçılığın da bir ayarı var be kardeşim!