Kuantum Ekonomisi
Zaman zaman kendisinin de “Ben ekonomistim!” şeklinde açıkça beyan ettiğinden biliyoruz ki, Sayın Cumhurbaşkanımızın asıl branşı ekonomi.
Devamını Oku
Zaman zaman kendisinin de “Ben ekonomistim!” şeklinde açıkça beyan ettiğinden biliyoruz ki, Sayın Cumhurbaşkanımızın asıl branşı ekonomi.
Devamını Oku
Mustafa Mutlu’yu, 1999’depreminin hemen ardından, deprem bölgesinde çadır kurup haftalarca çadırda kalan genç bir Ekonomi Müdürü olarak tanıdım.
O yıl, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ona Yılın Gazetecisi ödülünü, konforlu odasında ayaklarını uzatıp haber trafiğini yönetmek yerine, bir depremzede gibi deprem çadırlarında, o yoksun, dramatik koşullarda yaşayarak, onların koşulları düzelene kadar geri gelmemecesine, haberlerini deprem çadırında yazdığı için vermişti..
Yıl 2010.. Haziran!
Tam bu günler!..
Vatan Gazetesi, Demirören Grubu tarafından satın alınma öncesinde tirajı 250 binlere ulaşmış, reklam alma konusunda da sektörün en iyilerinden biri haline gelmişti..
Bünyesinde; Zülfü Livaneli’den Mustafa Mutlu’ya, Can Ataklı’dan Necati Doğru’ya, Mine Kırıkkanat’a Ruhat Mengi’ye, Süheyl Batum’a, Okay Gönensin’e, Ruşen Çakır’a, Reha Muhtar’a, Mehmet Tezkan’a, Selahattin Duman’a çok sayıda ünlü ve etkili yazar bulunuyordu.
Sevgili Bilal,
Sana bu mektubu son çare olarak yazıyorum..
Hepimiz için, benim için, senin için, baban için en hayırlısı olsun diye yazıyorum..
Bilirsin ama önce şunu açıklayayım:
Ohal, yani ‘olağanüstü hal’ uygulaması nedir?
OHAL, devleti yönetmenin terör ya da savaş nedeniyle sıkıntılı olması durumunda, devleti yönetenlere anormal yetkiler verilmesi durumudur.
Bunlar öyle yetkilerdir ki normal koşullarda hukuk engeline takılacak, yapmayı asla kimsenin aklına getiremeyeceği yetkilerdir. Yöneticiyi neredeyse tiran yapacak yetkiler. Hatta ona; senin bile malına, bankadaki parana, yastığının altındaki altına el koyma hakkı veren yetkiler.
Bilalim, bu yetkiler yöneticilerin çok hoşuna gider, bazılarında alışkanlık yapar. Bizde böyle bir şey olmaz diye düşünebiliriz ama bazı yöneticiler bu yetkileri ilgili ilgisiz her alanda kullanır. Muhaliflerini hapse tıkmaktan, onları adaletsiz kaynak kullanarak seçimlerde tuş etmeye kadar her türlü acil ihtiyacının maymuncuğu yapar. Bir türlü, onu yasalar karşısında dokunulmaz yapan, bu engin ayrıcalığı, bu sihirli kalkanı elinden bırakmak istemez.
Söz konusu devlet, ‘Kuzey Kore’ gibi kapalı bir ekonomi olursa bu durumdan pek fazla etkilenmeyebilir. Ama misal bizim gibi uluslararası piyasalara entegre olmuş ekonomilerde ciddi soruna yol açar. Üstelik üretmiyorsan, gazın, petrolün yoksa, ekonomin, yabancı yatırımcının ilave ettiği paraya muhtaç ise adam; “Yav, ya parama el koyarlarsa!” korkusu ile sana para getirmez. Hatta daha önceden getirenler geri götürmeye başlar.
Ekonomin; dışarıdan alınacak borca muhtaç ise borç verenler seni riskli görür ve faizleri dibine kadar yükseltir. Bu durumu izleyen uluslararası not veren kuruluşlar notunu düşürüp işi daha da zora sokar. Hatta senin içinde olduğun kuruluşlar bile senin notunu kırar. Puanını düşürür. Gittikçe hazinendeki paran tükenir, merkez bankanda dolar kalmaz. İç piyasaların krize girer. İflaslar başlar, bırakın işsizliğe çareyi, işten atılmalar artar. Mevcut işsizlere yenileri eklenir. Dövizin azaldığı için paranın değeri düşer. Enflasyon yükselir. Bilalim, inan, bir hafta önce yedi bin liraya aldığın “ayfon plas”ın fiyatı kendiliğinden bir haftada lanet olası on bin liraya çıkar.
yukarıda anlattıklarımdan anlayacağın gibi bu durumdan çıkışın yolu demokrasidir.
Ama Bilalim, neredeyse aynı sınırsız ohal yetkilerini normal yasalara yedirerek şark kurnazlığı yapar “OHAL’i kaldırdık!” derlerse bunu biz yeriz ama o anasının gözü yabancı yatırımcı ve yabancı sermaye piyasaları yemez.
Biz, döviz büfelerindeki ışıklı rakamlara, “Arkadaş, Ohal’i kaldırdık ama bu şerefsiz Dolar niye düşmüyor?” diye enayi enayi bakar dururuz..
Bu durumdan en kötü etkilenen de Baban olur. Herkes ona “yönetemiyor!, beceremiyor!” diye kıs kıs güler. Hatta durum daha da kötüleşirse halk da çok kızar. Halkın tersi pistir. Onu koltuğundan indirir. İşin kötüsü O inince siz de inmiş sayılırsınız.
Bilalim, gördüğün gibi durum son derece ciddi! Sen babanla bir konuş.
Bizi dinlemiyor.. Belki seni dinler!
Selam ve sevgilerimle..
Pisa Sınavı 2015 sonuçları açıklandı ve maalesef durum felaket ötesi..
Konu çok önemli..
Yarınımızın fotoğrafı!.
Biraz derinlemesine bakınca görülüyor ki bir karikatürle özetlenemeyecek kadar zor ve vahim!.
Yazmak zorundayım!
Öğretmenim, bürokratım, yöneticim, gazetecim, yazarım, müdürüm, velim, oku!
Öğrencim sen de oku!. Ama bil ki en suçsuz, en masum sensin!
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu sınavı Dünyanın 72 ülkesinde, o ülkelerin resmi kurumları ile işbirliği yaparak gerçekleştirdi. Bu kurum bizde de Milli Eğitim Bakanlığı..
Amaç; 15 yaş grubu yani lise başlangıcındaki öğrencilerinin bilgi ve becerileri yanında onların gerçek yaşam koşulları ile baş etmede ne kadar başarılı olabileceklerini ölçmek. Böylece eğitimin kalitesini belirlemek. Eksik-aksaklar konusunda araştırmacılara güvenilir veri sunmak.
Güvenilir deyince; sınav tüm dünya otoritelerinin güvenini kazanmış. 12 yıldan bu yana her üç yılda bir yapılıyor ve tek soruya bile itiraz gelmemiş.. Çeviriler ve yerelleştirmeler kılı kırk yararak yapılıyor.
Öğrencilerimiz, 72 ülke arasında Matematikte 49, fende 52, okumada ise 50. sırada yer aldı. Ne yazık ki en alt grubun içindeyiz.
Şöyle ki; sınava girenler başarılarına göre 6 gruba ayrılıyor.
6. gruptakiler en iyiler. Karmaşık matematik ve fen problemlerini çözebiliyor ve dahası bu çözümleri nasıl ve neden yaptıklarını anlatabiliyor.
MEB’in, tüm okullardan rastgele örneklem ile seçilen ve sınava katılan 5 bin çocuktan bu gruba giren yok.. Sıfır!
Beşinci grupta ise bir kaç öğrencimiz var.
Biz 2. gruptayız. En alt grubun bir üstü..
En alt grup, soruyu anlamıyor. Yani soruyu anlamayınca yapacak bir şey yok!
2. grup -ki bizim grubumuz- çok basit ve apaçık olan işlemleri yapabiliyor. Ama neyi, niye yaptığını bilmiyor, anlatamıyor. Okuduğunu anlamada 2012′ de yapılan -bir önceki- sınava göre dramatik bir düşüş var.
Sonuçta, matematik becerisi olmayan, hayata analitik bakmayan bir nesil daha yetişiyor. Uzmanlara göre bunun sonucu sürekli kriz durumu.. Çünkü dünyadaki meslektaşları ile rekabet edemeyen niteliksiz profesyoneller yetişecek. Bilgisiz mühendisler, beceriksiz doktorlar, yeteneksiz mimarlar vs, vs..
Sonuçta üniversiteler mezun edeceği öğrencileri mevcutların içinden seçecek!..
Uzak Asya ülkeleri ve Kuzey Avrupa ülkeleri en başarılılar. Singapur ve Finlandiya başı çekiyor..
Başarılı ülkelerin başarılarının nedeni zenginlikleri, nüfusları, dinleri, dilleri, özel okul sayıları değil. Örneğin Finlandiya’da özel okul oranı ‘binde dokuz’ken bizde bu oran 2016’ da ‘yüzde on sekiz buçuk’a çıktı.
Finlandiya’nın nüfusu az ama Asya’nın en iyilerinden Çin’in nüfusu malum! Yani nüfusu az olanlar da çok olanlar da başarılı olabiliyor
ABD olanca zenginliğine, teknolojisine rağmen ilk sıralarda yok. Ancak 20. sırada yer alabildi.
Başarısız ülkelerin ortak yanı eğitimde bir yol haritalarının olmaması.
Eğitimde bir yol haritası olmayan en alttaki -Meksika gibi- ender ülkelerden biriyiz. Her yıl reform adıyla yaptığımız günlük düzenlemeler, bir yıl sonra tam tersine çevrilen denemeler öğretmeni reform(!) yorgunu yapmış. Öğretmenin de velinin de inancının, güveninin bitmesine neden olmuş. Bu yolu izleyen bütün alttakiler gibi yerimizde bile sayamıyor durumdayız. Sınav odaklı, okuduğunu az anlayan, neyi neden yaptığını anlatamayan bir nesil geliyor.
Ne Yapmalı?
Önem sırasına göre süzerek sıralamaya çalıştığım uzman görüşlerini aşağıda özetliyorum.
Pisa sıralamasında 20. sırada yer alan ABD eğitim camiası ‘panik butonu’na basmış durumda! Bizde ise Bakanlık Bürokrasisi düşük olan sıranın, aslında nasıl başarılı sayılabileceğinin istatistik modellerini üretmekle meşgul.
Ez cümle çözümü, Türkiye’de yaşayacak olan okul çağındaki 1 milyon Suriyeli çocuğu da hesaba katarak üretmeliyiz.
Konunun uzmanları “Durum endişe verici, endişelenmeliyiz ama çaresizlik hissetmemeliyiz!” diyor.
Son olarak şunu söyleleyim!.
Bu gün yönetici koltuklarında oturanlar bu işi acilen çözmezlerse emeklilikleri için bir an önce birikim yapmaya başlasınlar.
Çünkü bu çocuklar yarın onların emekli maaşlarını ödeyemeyecek!
İ. Bülent Çelik/2016
09.01.2015 Kral Çıplak – Ulusal Kanal;
Edip Akbayram’ın konuk olduğu programda canlı yayın telefon bağlantısı ile Charlie Hebdo katliamı ardından yaptığım konuşmanın tam metni.
“Öncelikle, bu akşam stüdyoda sizlerle birlikte olamadığım, hayranı olduğum değerli sanatçı Edip Akbayram ile aynı stüdyonun havasını teneffüs edemediğim için çok üzgünüm. Hepinize Samsun’dan saygı ve selamlarımı sunuyorum.
Dünya kanser olmuş durumda.
Bu gün, çeşitli aralıklarla, Dünya’nın çeşitli bölgelerinde bu hastalığın semptomları yaşanıyor..
Her semptomda rol alan aktörler değişiyor.
Değişmeyen üç temel parametre Var.
-Gerekçeler
-Saldırganlar
-Kurbanlar
Bu üç temel parametrenin karşısına yazılacak değerleri neredeyse sınırsız sayıda değiştirebilirsiniz..
‘Gerekçe’ parametresinin karşılığına ‘din’i koyabilirsiniz.. İslamı, hristiyanlığı, Aleviliği, sunniliği, selefiliği, koyabilirsiniz. Sözde Ulusal kurtuluş mücadelelerini, psikopatlığı, pazar yaratma iştahını, ticari hırsı, güç ihtirasını, vesaire vesaireyi koyabilirsiniz.
Gerekçeyi değiştirdiğinizde, gerekçeye uygun ‘saldırganlar’ ve gerekçeye uygun ‘kurbanlar’ da, otomatik bir oyunun elemanları gibi yerlerine oturuveriyor.
Gerekçe’nin bir “moda” olma özelliği de var.
Bu dönem, ‘Moda Gerekçe’ tahtında ne yazık ki İslam oturuyor.
Bununla birlikte hem saldırganlar hem de kurbanlar kürsüsünde de çok sayıda müslüman var.
Çünkü bu kurguda, bir paradoks olarak saldırganlar daha çok kurbanlar arasından çıkıyor.
Amerika’daki bir liseli’nin okulunda onlarca öğrenciyi katletmesi bu kanserin semptomlarından biridir.
Sultanahmet’te Canlı bomba bir Rus kadının bir Türk turizm Polisini öldürmesi de
Bingöl’de terhis olmuş 33 sivil giyimli askerin otobüsten indirilerek PKK tarafından kurşuna dizilmesi de
Uludere’de PKK’lı diye 39 köylünün askeri jetler tarafından bombalanması da,
Nijerya’da yüzlerce insanın Bogo Haram örgütü tarafından öldürmesi de,
Ortadoğu’da Işid’ın bir yıl içinde binlerce insanın kafasını kesmesi de,
Sivas, Madımak Otel’de aydınların yakılması da,
Rusya’da Rus çocuklarının çeçenler tarafından, Pakistan’da asker çocuklarının el kaide tarafından okullarının basılıp katledilmesi de..
Ve son olarak Fransa da karikatüristlerin öldürülmeleri de aynı hastalığın başka başka semptomlarıdır.
Ne yazık ki kısa gelecekte son da olmayacaktır.
Çünkü Dünya kanser olmuştur.
Hastalık her yerde aynıdır. Gerekçeler, Katiller ve kurbanlar değişmektedir.
Yarın hangi gerekçeyle kimin katil, kimin kurban olacağı belli değildir.
Bu gün hastalığın semptomları, gerekçeleri, kurbanları, katilleri adamakıllı karışmış durumdadır.
Charlie Hebdo da öldürülen çizerler tam da ırkçılığa karşı bir kongre hazırlığı içerisinde oldukları bir dönemde katledilmişlerdir. Yani tam da onları öldüren katillerinin derdine derman olmaya, hastalıklarına çare aramaya çalışırlarken.. Kapıda vurulan polisin de bir müslüman olduğu söylenmektedir.. Kör bir düello sürüp gidiyor.
İslam Düşmanı mı?
Öte yandan Charlie Hebdo bazı kesimlerce sanıldığı gibi islam düşmanı filan değildir. Tabu düşmanıdır. Bu nedenle sadece fanatik islamcılarla değil Fransa Cumhurbaşkanı’yla da, Papa’yla da, Hristiyan fanatikleriyle de başları derttedir. Dünyanın kültür devriminin önderliğini yapan, Reform ve Rönesans’ın bayrağını taşıyan bir ülkenin çocukları olarak “yazı ve çizi’nin önünde hiç bir tabunun olmaması düşüncesindedirler.. Kağıt ile kalem arasına korku girmemesi için mücadele edilmesi gerektiğini, bunun mizahın asli görevlerinden biri olduğunu düşünmektedirler.. Bunun için dilleri elbette biraz sivri ve kaçınılmaz olarak inciticidir. Kaldı ki medeni toplumların, kendilerine bile iğne batıran entellektüelleri ayakta tutmaları o toplumun sağlıklı kalmasını sağlayan kurallardan biridir.
Saldırıda hayatını kaybeden ve daha öncesinde de çeşitli kesimlerden tehditler alan derginin yayın yönetmeni çizer Stephanie Charbonnier verdiği bir röportajda “Kaleşnikoflara karşı yapacak bir şey yok. Ama yazıp çizmeye devam edeceğiz!” diyerek korkunun anlamsızlığından söz etmişti.
Yazma ve çizmenin önündeki tabular ila-nihaye kalkacaktır. Ama elli yıl ama yüz yıl belki de beş yüz yıl sonra kalkacaktır. Sonunda mutlaka kalkacaktır.
O zaman geriye dönüp bakıldığında, Dünya yuvarlak ve dönüyor dediği için yargılanan Galileo ile Charlie Hebdo yazar ve çizerleri aynı kürsüde oturuyor olacaklardır.
Dünya Kanser olmuştur.
Bu kanserin temel sebebi dünya nimetlerinin adaletsiz paylaşımı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan düşük entellektüel yapıdır..
Hastalık her yerde aynıdır. Gerekçeler, Katiller ve kurbanlar değişmektedir.
Yarın hangi gerekçeyle kimin katil, kimin kurban olacağı belli değildir.
Azrailin nefesi herkesin ensesindedir.
Herkes, her rol için adaydır!
Oysa sebep belliyse çaresi de bellidir.
Başta dünyanın üst yapı kurumları işin ciddiyetini kavramalı ve gerekli önlemleri almaya çalışmalıdır.
Peki alabilirler mi? Alacaklar mı?
Dünya bu hayali kurmaya, bu umudu taze tutmaya değecek kadar güzel bir yer.
Umut ediyoruz!
Yoksa Galileo da Karikatüristler de boşu boşuna ölmüş olurlar.
Umut ediyoruz çünkü,
Edip Akbayram’ın slogan olan türküsünde söylediği gibi, ‘Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz!’ ”
Programı Youtube’ da izlemek için:
Başını çizmekte olduğu karikatürden kaldırdı.
-Şu anda kaç yaşındasın? diye sordu.
-Otuz yedi!.. diye cevap verdim..
Kalemi bir an elinden bıraktı.. Yeşile gidip gelen gözleri dalgın;
-Sana bir şey diyeyim mi! dedi.. Otuz yedi ile elli altı arası o kadar hızlı geçiyor ki inanamazsın!..
Güldüm..
-Hiç bir şey anlamadım.. diye devam etti alnını kırıştırarak..
—
Şimdi ben elli altı yaşındayım ve sanki Bülent Düzgit ile bu konuşmayı dün yapmışız.
Gerçekten de ‘otuz yedi’ ile ‘elli altı’ arası hızlı geçiyormuş. Hem de çok hızlı!..
Nur içinde yatsın, Bülent öleli neredeyse altı yıl olmuş.
Son on yılı aynı odada olmak üzere, Çarşaf dergisinde ve Hürriyet Gazetesinde on beş yıl birlikte çalıştığımız masa ve masa tenisi arkadaşımın, FenaMizah.com dergisinde, iki yıl önce yayınlanan ‘anma’ çalışmasının sayfalarını, düşünen ve hazırlayan sevgili kardeşim Aziz Yavuzdoğan’a şükranlarımla, aşağıda sunuyorum.
Kaynak: http://issuu.com/fenamizah_e-magazine/docs/fm25-mart.2014
Aydınlık/21 Şubat 2015/Köşeyazısı/Mustafa Mutlu:
Yukarıdaki karikatür, benim kader arkadaşım, ülkemizin en değerli çizerlerinden Bülent Çelik’e ait…
Bülent eski gazetemde benim sütunumda her gün muhteşem karikatürlere imza atıyordu; bizim koca bir köşede anlatamadığımızı o iki baloncukla dile getiriyordu. Doğal olarak iktidarı da eleştiriyordu.
Eski gazetem, gördüğü korkunç baskı yüzünden gazeteciliği bırakıp “iktidar goygoyculuğu” yapmaya başladığı ilk gün Bülent’i kapının önüne koydu.
O gün bugündür (aşağı yukarı 7 yıldır) gazetelerde çizemiyor.
Sağ olsun ricamı kırmadı; bir yıla yakın bir süredir yine benimle birlikte… Bu kez Ulusal Kanal’da “Kral Çıplak”ta çizgileriyle olay yaratıyor.
Bazen stüdyoya geliyor, bazen bize özel çiziği üç-dört karikatürünü gönderiyor.
Bir de sır vereyim mi? Tüm bunları bir kuruş ücret almadığı halde yapıyor!
İşte, yukarıdaki karikatür de Bülent’in dün geceki Kral Çıplak’ta yayınladığımız karikatürlerinden biri…
***
Bülent bu karikatürü gönderirken altına şu notu da düşmüş:
“Valla çizdim çizmesine de… Ben de işin içinden çıkamadım! Kendimi değil, ‘Anayasal bir hak olarak çarşaf giyen bacılarımın’ haklarını düşünüyorum.
Yeni İç Güvenlik Yasası’na göre çarşaflılar otomatikman hiçbir eyleme gidemezler! Çünkü yüzlerini kapatmaları yasak… Bu durumda ikisinden birini seçmek durumundalar: Ya çarşaf, ya eylem! Oysa mevcut duruma göre ikisi de anayasal hak!
Bu durumda nasıl olacak çok merak ediyorum.”
***
Türbanla ve çarşafla okula gidebilmek için hayatını ortaya koyan kadınlar:
Verdiğiniz kavgayla, düzenlediğiniz mitinglerle AKP’yi iktidara taşıdınız!
“Hak” olarak gördüğünüz türbanı, bu partinin “istismar” etmesinin önünü açtınız…
Türban sizin sayenizde önce kamusal alana, sonra Meclis’e ve nihayet anaokuluna bile girdi.
Ancak gelinen noktada mitinge ya da gösteri yürüyüşüne, toplu protestoya katılmak; çarşaflı kardeşlerinize yasaklandı!
Üstelik bu yasağı, başınızın tacı ettiğiniz “Adalet ve Kalkınma Partisi” getirdi.
Eğer bu yasağı başka bir siyasi parti iktidarı getirseydi;
adım gibi biliyorum ki ortalığı birbirine katardınız.
Oysa şimdi çıtınız çıkmıyor!
Buna “ikiyüzlülük” denir kızlar… Sakın bu duruma düşmeyin:
Dik durun; çarşafınızla eylemlere katılmanızı yasaklayan AKP’den hesap sorun!
21 Şubat 2015/Mustafa Mutlu
Tarih 9.12.2015..
Yer Stockholm Büyükelçiliği rezidansı. Ertesi gün aynı şehirde Nobel Ödülü töreni yapılacak. Kimya dalında Nobel alan Profesör Aziz Sancar için Büyükelçilik’te bir kutlama düzenleniyor. Büyükelçi bir konuşma yapıyor ve Aziz Sancar’a Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir hediyesini sunuyor. Ardından açık büfe yemeğe geçiliyor.
Buradan sonrasını aynı törende bulunan Ertuğrul Özkök’ten dinleyelim: (Hürriyet: 10.12.2015)
“Büyük Elçi Kaya Türkmen Hoca’nın kulağına eğiliyor. “Lütfen üst kattaki odaya geçebilir miyiz, sizinle konuşmak istediğim bir konu var!”
Yanlarında Türkiye’den Tören için gelmiş üç bilim kurulu üyesi ile üst kata çıkıyorlar. Büyükelçi odada Sancar’a “sayın Cumhurbaşkanımızın size özel bir mesajı var. Mümkünse sizi Türkiye’ye davet ediyor.”
Sancar, Mayıs ayında bir tören için Türkiye’ye geleceğini ve o sırada kendisiyle görüşmekten memnun olacağını söylüyor. Ancak Büyükelçi, “Buradan direkt Ankara’ya geçemez misiniz” deyince Sancar “Olabilir” diyor.
Hemen oradan Ankara aranıyor ve randevu sağlanıyor..”
Ertuğrul Özkök, bu detayı anlatırken “Büyükelçilik’teki törende, Cumhurbaşkanı ile görüşme randevusu da alındı..” deyip geçebilirdi. Ama geçmiyor.
‘Kulağına eğilme’, ‘Üst kat’ ve ‘oda’ ayrıntılarını da özenle veriyor ve çekiliyor. Ağzı sütten yanmış bir gazeteci olarak bu kadar yapabiliyor. Eyvallah!..
Şimdi bu detaya biraz geri çekilip bakılınca ortalık yerde apaçık bir korku ve acziyet görülüyor.
Çünkü Sancar’ın Cumhurbaşkanının davetini reddetme riski var.
Bu nedenle bu davet, yemekte herkesin içinde, herkesin şahitliğinde yapılamaz.
Teklif kapalı kapılar ardında yapılmalı. Ancak gerekirse ikna edilmesi için üç bilim kurulu üyesi yedekte olmalı.
Öyle ya; koskoca Cumhurbaşkanının davetine aralarında basın mensuplarının da bulunduğu bir topluluğun önünde “Hayır!” denilmesinin yaratacağı rezalet durum var.
Böyle bir risk var:
Çünkü; Sancar, ödül alacağı açıklandıktan sonra her cenahtan etrafı kuşatılmasına karşın, açık ve net bir şekilde Atatürk hayranlığı, Cumhuriyet ve kimlik konusundaki tercihini beyan ediyor. Gericiliğe ve ırkçılığa prim vermediğini anlaşılır cümleler kurarak belli ediyor. Yakasındaki rozetinden kız çocuklarının eğitimine yönelik söylemlerine kadar net, tutarlı, gerçek bir bilim adamı profili çiziyor.
Çünkü; Sancar YÖK’e bağlı üniversitelerden birinde, işinden edilme, hatta hapse atılma riskiyle çalışan el altındaki bir öğretim elemanı değil.
Sünkü Sancar, Tez havuzlarından, yürütme tezlerle, çalıntı sorularla profesör olmuş itaatkar bir ulema değil.
Oysa; evindeki kütüphanede, Ara Güler’e, elinde ters tuttuğu kitaplarla poz veren Cumhurbaşkanı’nın bu bilim adamıyla görüşmeye iç ve dış prestiji için ihtiyacı var. Aslında ihtiyaç ‘birlikte resim vermek’ havasından kaynaklanmıyor.
İhtiyaç, “şer cephelerinin” muhtemel; “Hoca görüşmedi!, Hoca iplemedi!” kozunu elimine etme aciliyetinden kaynaklanıyor.
Gelelim sonrasına:
Sancar, daveti kabul ediyor ama Kimya gibi analitik bir dalda Nobel almış koskoca profesör. Niyeti ve amacı sezinliyor. Törenden sonra Salı günü Türkiye’ye geliyor. İlk iş olarak son dönemde Cumhuriyet rövanşı, anti-emperyalist duruşu ve NATO’ya olan itaatkarlığının azalması nedeniyle tarumar edilen Ordu’nun fiili Başkomutanı’na, Genel Kurmay Başkanına çıkıyor. Nobel Ödülünü Başkomutan’a teslim ediyor ve diyor ki: 19 Mayıs’ta bu ödülü birlikte Anıtkabire götürmek ve Atatürk’e sunmak istiyorum. Bunu lütfen siz saklayın..
Dikkat edin! Ödülü kime emanet ediyor?
Fiili Başkomutan’a!
Kalıcı olana!
Sonra doğru Anıtkabire gidiyor, Atatürk’ün mazolesine kırmızı karanfil koyuyor. Saygı duruşunda bulunuyor. Dua ediyor.
Sonra Cumhurbaşkanı ile randevusuna gidiyor..
Davete icabet ediyor.
Bu detaylar basında bu pencereden pek yer almadı.
Ama ol hikaye bu..
Bülent Çelik ile röportaj Bulent Çelik ile karikatür üzerine bir söyleşi.