LOMBOZ 17 Mart 2023

Çevre dostu bez torbalar 

Bizzat kendisi açıkladı.
Bu seçimde Cumhurbaşkanı müzikli miting yapmayacakmış.

Otobüste, mikrofon, hoparlör olacak, lakin müzik olmayacakmış.

31 Mart’tan itibaren görürüz ama bu kararın sürdürülebilir olduğuna ben hiç inanmıyorum.

Olaki öyle olsun!
Ona da ben üzülecek değilim.

Kıraç’la Cengiz Kurtoğlu düşünsün!

Erdoğan mitinglere başlayınca, beni enterese eden şey müziğinden, söyleminden, stratejisinden ziyade, artık bir ‘Erdoğan Klasiği’ haline gelmiş; senfonik bir ritüele dönüşmüş; Türki Cumhuriyetler ve Avrupa çapında fenomen olmuş olan ‘otobüsten çay atma’ meselesi.

Benim hastası olduğum bölüm bu!

“Yahu sana ne Erdoğan’ın attığı çay torbalarından, sanki mitingine gittiğin mi var?” diyenleriniz olabilir.

Miting umurumda değil.
Ben o poetik, o lirik olayın bizzat kendisinin hastasıyım…

Bir tür dudak tiryakiliği gibi!

… 
Yeni bir seçim kampanyası başlayıp Erdoğan, otobüsün üstünde ya da ön kapısında çay atma pozisyonu aldığında benim de antenlerim sonuna kadar açılır…

Kanal kanal dolaşıp o anları yakalamaya, izlemeye, sonradan izlemek üzere kaydetmeye çalışırım. 

Bu sefer, ne tür yenilikler, nasıl inovatif yaklaşımlar getirildiğini anlamaya çalışırken, ben de kendimce kafamda yeni buluşlarla yeni çözümlemeler getirmeye, yeni öneriler üretmeye çalışırım..

İşin dışında olanlara; “Ne var, çayı sallayıp atıyorsun!” şeklinde kolay bir işmiş gibi görülebilir..

Hiç de öyle değil!  

Daha teknik taraflarına sonra geleceğim.

Ama siz sadece saatlerce yarım kiloluk paketleri, biteviye uzak bir noktaya savurduğunuzu düşünün. 

Üstelik bunu belli bir kampanya süresinde, yurdun her yanını dolaşarak yaptığınızı hayal edin.
Yurdun dörtbir yanına, her bir metrekaresine çay torbası savurduğunuzu düşünün.
Bu gözler, Reyiz’in, çay tarlalarında çalışan çay üreticilerine bile: “Alın, benden ikram çay için” diyerek otobüsten çay fırlattığını gördü.

O bilek bir süre sonra yorulur. 

Uyuşmaya başlar.. 

Karpal tünel’den başlayıp, kola doğru yayılan; bilgisayar kullananların “Maus hastalığı” adını verdikleri rahatsızlığın oluşturduğuna benzer ağrı semptomları oluşur.


Aynı bir zamanlar “sesinizin kısılmasına” benzer şekilde adeta “bileğiniz kısılır”

Ama siz, otobüs dolusu çayı fırlatmaya, o kısık bilekle devam edersiniz!

Neden?
Çünkü siz de benim gibi “hastası”sınızdır da ondan!

İlk kampanyalarda savrulan yarım kiloluk paketler boşuna 250 grama indirilmedi.
Bu da bilek!..

Yirmi yıllık iktidar boyunca “Çay fırlatma işi” sadece gramaj açısından değil, genel çerçeve itibarıyla da bayağı gelişti.

Misal, bir zamanlar yarım kiloluk kağıt ambalajlarda atılmaktayken, ahali tarafından kapışılma sırasında patlayıp dağılan; yarısı onun yarısı bunun elinde kalan; zay zebil olan çay paketlerinin, hem gramajı düşürüldü, hem de sunumu çevre dostu bez torbalar içinde yapılmaya başlandı.
Parçalanmanın önüne geçildiği gibi adalet de sağlandı.
Net olarak torbayı kim kaptıysa çayın sahibi de o oldu.

Sadece içerik ve sunum değil lojistik de gelişti!

Üstten büzgü ile fiyonklanmış bez çay torbasının otobüs içerisinde, adeta toplu bir zikir seansı gibi elden ele, ta ön kapıya kadar gelişi, Reyiz’in tam elini geri uzattığı anda, torbanın el ile buluşması, bir iki estetik salınım ile torbanın buluşacağı koordinatın ustaca hesaplanarak elden çıkarılması ve belirlenen seçmen ile santim sekmeden buluşması Reyiz’in “ustalık döneminin” bir eseri değil de nedir allah aşkına? 


Geçtiğimiz gün Sayın Soylu, “Depremzedeye çay lazım!” dedi ya, bu çay işinin uzağında olan bir çok aklıevvel bunu anlamadı, verdi veriştirdi. 

 

Dikkat edin, Sayın İçişleri Bakanı: “Terlik de lazım ama ısrarla altını çiziyorum.. Depremzedelerimizin çaya ihtiyacı var!” dedi.

Sayın Soylu, bu çağrıyı sana bana mı yaptı sanıyorsunuz?

Bir gecede 115 milyar yardım toplamayı başarabilen, eksideki Merkez Bankasına bile 30 milyar yardım yaptırmayı sağlayabilen bir iktidar olmayı bir yana bırakın, çay üretiminde dünya beşincisi olan bu aziz  memleket, depremzedesine çay mı yetiştiremeyecek?

Ha hay! Gülerim size!


Sayın Soylu, Reyiz’e açıkça diyemiyor ama;
“Git deprem bölgesinde çay fırlat!” demek istiyor. 

Doldur otobüsü, vatandaşı çayla buluştur demek istiyor!

Depremzedenin de vatandaşın da buna ihtiyacı var demek istiyor!

Evet, ben de Sayın Soylu ile aynı fikirdeyim!

Hararetle bekliyorum!

Geliyor gelmekte olan!

O direkleri bilirsiniz.
Eski Türkiye’nin elektrik direkleri.


Yukarıdaki lambayı ya da porselen izolatörü değiştirmek üzere, teknisyenin kolayca tırmanabileceği kadar uygun basamaklardan oluşacak; ancak bu basamaklar, haşarı çocukların tırmanmasına mani olacak kadar da büyük aralıklı sıralanacak.
Boy hizasının biraz üzerinde iliştirilmiş bir plakada, kırmızı bir kurukafa ikonu ile birlikte “Dikkat ölüm tehlikesi” yazacak!

Eski Türkiye’nin, eski metal, elektrik direkleri!

İşte mevzunun öznesi olan genç depremzedemiz, ironik bir tevarüt ile o metal elektrik direğinin ilk basamağına oturmuş, önünden geçen konvoya doğru “pervasızca“ bağırıyor!

“Geliyor gelmekte olan!”

Konvoy kimin konvoyu?

Reyizin konvoyu! 

“Gelmekte olan” denilerek muradedilen kim?

‘Kılıçdaroğlu!’

“Vay canına!”

Tabii hemen, bir refleks olarak, görevli çevik kuvvet polisleri direğin etrafını sarıyor.
Depremzedeyi direkten indiriyor. 

Koltuk altlarından stresli bir nezaketle taşıyarak bir yerlere doğru götürüyor..

Sonrası yok!

Ekranlarda görülen bu kadar!


Ben size işin ekranda görünmeyen tarafını söyleyeyim.

İktidar artık kimseyi korkutamıyor.
Daha doğrusu korkutmaya çalışıyor ama vatandaş korku barajını aşmış.

Korku duvarlarını yıkmış.

Artık herkes konuşmaya başlamış!

Bu ne zaman böyle olur? 

Vatandaşın kaybedecek bir şeyi kalmadığı zaman!

İşkence görenler bilir!

Dayağın dozu arttıkça uyuşursun!

Tabi ki kıyas kabul etmez ama oradaki vatandaş, sevdiklerini yakınlarını kaybetmiş, evini barkını kaybetmiş, beri taraftaki ise çocuğuna çikolata alamaz hale gelmiş, yemeğine soğan doğrayamaz hale gelmiş.

Bir baba depremde çocuklarını kaybettiği için ağlıyor, komşusu, diğer bir baba enkazdan kurtardığı yavrusuna makarnadan başka birşey yediremediği için ağlıyor.

Acılarının derinliği farklı…
Ama ikisi de çok acılı!

Sen hala, eski Türkiye direğinin birinci basamağına oturmuş, Nazım Hikmet’in “Beş Satır” isimli şiirinden tornistan “Geliyor gelmekte olan!” diye bağıran depremzede genci korkutmaya çalışıyorsun!

Halbuki, çevik kuvvet polisi de biliyor gelmekte olanı.

Ne diyor Nazım, o ‘beş satır’da:

“Annelerin ninnilerinden

spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı.

Beyhude

Kim kiminle, ne ittifakı yaparsa yapsın, seçmen ikiye ayrılıyor:

Bu iktidarı destekleyenler; 

Bu iktidara “artık yeter gitsin!” diyenler..

İktidar partisinin içinde bile bu iki gruptan insan var.

Sayıları belli. Oranları belli!

Gerisi laf-ı güzaf!

 —
  

 

Benden Muhabir Olmaz!

Benden, derken kendime de o kadar haksızlık etmeyeyim, öyle eline kağıdı kalemi, fotoğraf makinesini alan herkesten de muhabir olmaz!

Muhabirliğin ayrı bir kumaşı var.

Önce o kumaşa sahip olmak şart!

Bir keresinde de spor yazarlığına soyunmuştum da, çıkışta kalabalığa yakalanmadan gazeteye ulaşmak için, birinci devrenin sonunda İnönü Stadyumunu terketmiştim.. Meğerse maç iki devreymiş!.. 

Aşırı uyanıklıktan skoru bile yanlış yazmış, ilk denememde o görev elimden alınmıştı.

Neyse, bu unutmak istediğim bir anı… Ne diye yazdıysam!

Birkaç gün önce Operatör Doktor Murat Çan aradı.
“Abi bu perşembe günü aday adaylığımı açıklayacağım.

Gelirsen sevinirim” dedi…

Tam, Cuma LOMBOZ’unu yazdığım gün!

Ama şimdi gitmesen olmaz..

İnsanın sevdiği biri hayatında kaç kere aday adayı olur? 

Evet, Murat Çan’ı çok severim.

Sadece ben sevmem, Samsun’da sevmeyen yok!
Kendisini topluma adamış, düzgün, efendi, bilgili, sağı solu başka oynamayan bir bilim erbabı.. Bir cerrah..

Samsun, İstanbul gibi değil.
Gideceğiniz yere, orada olmanız gereken saatten on dakika erken yola çıktınız mı yeterli oluyor. Tabii tahmin edersiniz ki bu ortalama benim için asla geçerli değil..

Evden bir saat erken çıkmama rağmen, İl Merkezinin yerini bulma sıkıntısı yüzünden toplantıya tam Murat kürsüye çıkmak üzereyken yetiştim.

Öyle mahşeri bir kalabalık, öyle hınca hınç dolu bir salon; Murat Çan’ın aday adaylığını açıklamasına ek olarak en azından (gazetemizin de sadık okuru olan) Kılıçdaroğlu’nun lansmanını da burada yapmaya karar verdiğini düşünmeden edemedim.
Cehdedip defalarca, “Basın, basın!” diye ünleyerek hamle etmeme  rağmen kürsüye aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz kadar yaklaşabildim. (Daire içindeki kişi Murat Çan)


Kırmızı daire içinde Murat Çan, kürsüde aday adaylığı konuşmasını yapıyor.

Sonra daha fazla dayanamayıp, kalabalık asansörleri kilitlemeden, taktik bir dışarı doğru sızma planıyla geri dönüp kendimi dışarı doğru bıraktım..

“Bıraktım” diyorum, altıncı kat merdivenlerinden itibaren orta yaş üstü bir kalabalığın içinde dalgalanarak binanın giriş katına kadar nasıl bir potansiyel enerji ile indiğimi bilmiyorum.

Ezcümle bir muhabirlik denemem de fiyaskoyla sona erdi.
Ne doğru dürüst olay yeri fotoğrafı çekebildim, ne de kimseyle iki satır röportaj yapabildim.


Verebileceğim tek başlık, boylu poslu ve peşindeki kalabalıktan il başkanı olduğunu tahmin ettiğim kişinin, kalabalığı yararak yanımdan geçerken “Buralar bu kadar şenlenecek miydi? Adeta iktidar kutlaması gibi!” cümlesi oldu.


İzdiham çıkmadan kendimi kurtarıp eve döndüğümde, öyle bilinçsiz haldeymişim ki, Aysel’in “Nasıl geçti!” şeklindeki sorusuna:

“Maçı kesin alır!” diye cevap vermişim…


Doğru dürüst fotoğrafını çekemedim ama karikatür portresini çizmek için elimizi tutan yok! 

 

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir