LOMBOZ 6 HAZİRAN 2021 PAZAR

 

Mısır Sorunu

Yıl 1938. 

Kral Faruk’un tahtını kundaktaki 6 aylık oğluna devredip yurt dışına kaçmasından epeyce önce.. 

Atatürk henüz hayatta ama hasta.
15 yıllık “tek adam” yönetiminin son yılı..
Küllerinden yarattığı Cumhuriyet sadece 15 yılda ışıl ışıl…
Fabrikalar açılıyor, üretim çeşitleniyor, okur yazarlık hızla artıyor, dünyaya örnek bir kalkınma ve uluslararası saygınlık hızla yükseliyor.


Mısır’da kölelik sürüyor!

Mısır vatandaşları, en alt sınıf Fellahlar ve diğerleri olarak ikiye ayrılmış. 

Hepsinin üzerinde de yoğunlukları azalsa da sömürgeci efendi İngilizler var!


Işığı bol olsun; Mîna Urgan hoca, 28 günlüğüne  Mısır’a gitmiş, sonradan bu seyahati “Bir Dinozorun Gezileri” isimli kitabına aldığına bakmayın. O zaman daha 22 yaşında, taze bir Cumhuriyet genci..  Kitaptan naklen aktarıyorum:

“…Zaten bu üç haftalık Mısır yolculuğumun benim açımdan en büyük yararı, ülkemin Mısır yanında ne denli ileri, ne denli Batılı, ne denli uygar sayılması gerektiğini anlamam oldu. İstanbul’dan Paris’e ya da Londra’ya gidince, “işte Batı uygarlığı!” derler ya, ben de Kahire’den İstanbul’a dönünce, memleketimle gururlandım. “işte uygarlık!” dedim kendi kendime. Mısırlıların, okumuş Türk kızlarıyla evlenmeye neden can attıklarını, Türkiye’nin karşısında neden aşağılık kompleksine kapıldıklarını, bizi neden fena halde kıskandıklarını da anladım bu arada…”  

1938 de bir genç kızın gözünden Mısır ile Türkiye kıyaslaması bu!

Geçen zaman içinde, her iki ülkede de yönetime kimler gelmiş kimler gitmiş ama Mısır’la ilişkilerimiz, bir iki yıllık dönem dışında hep normal seyretmiş. 

Sonra, 2013’te bozulmuş.

Neden?

19 yıldır süren iktidarı boyunca, Katar dışında dost bırakmayan Tayyip Abi’mizin, Mısır’ın içişleri ile alakadar olası tutmuş.

Darbeci Sisi’ye karşı İhvancı Mursi’yi desteklemiş.
Şimdi Mısırlıların da büyük çoğunluğunun da istemediği bu  panislamist-şeriatçılar uğruna aradaki bütün köprüleri atmış…

Bu gün, Mîna Urgan’ın tarif ettiği aynı Mısır, bizimle masaya oturmak istemiyor.

Dün, ipleri koparmamızın mesneti olan El Sisi, iktidarda olmasına rağmen biz “yahu unutalım gitsin!” diyoruz.

Mısır yüzünü öte çeviriyor!

“Görüşelim, barışalım” diye heyet gönderiyoruz.

Mısır “rakamla 10 şart!” ileri sürüyor.
AB’nin “Fasıl açması” gibi kendince fasıllar açıyor.

 

Hiç iyi bir tarafı yok mu?

Var!
En azından Mîna hocam bugünleri görmedi..

 

Tiyatrocular ve müzisyenler taş mı yesin!

Bana sorarsanız en azından 50 milyon doz aşı daha yapmadan kimsenin burnunun ucunu bile açması caiz değil!

Ben hala, daha da fazla kapanmaktan yanayım. 

Çünkü bu virüs, işin en başında sadece ‘bir kişiden’ dünyaya yayıldı.
Bu nedenle rasyonel akıl, “aşı tamamlanmadan kurtuluş yok!” diyor.

Asıl mesele, bu arada açlığa çare bulmak!

Gel gör ki şu koca memlekette buna inanan sadece iki kişi var. 

Biri benim, biri de damat Berat! 

İkimiz de zinhar sokağa çıkmıyoruz.

Çıkmayız da!..


Madem siz dışarıdakiler, açılım yapıyorsunuz.

Sinemaları açıyorsunuz, restoranları açıyorsunuz. 

Dört adet ’60 yaş üstünün’ yüz yüze oyun oynadığı kahvehaneleri bile açıyorsunuz.

Yukarıdakilerle aynı malzemeleri aynı şekilde kullanarak iş yapan tiyatroları, barları, meyhaneleri, müzikholleri neden açmıyorsunuz? 

Gerçi ben gitmem!.. Berat da gitmez!

O başka!

Ama restoran masası da, meyhane masası da dört bacaklı değil mi?

Sinema ve tiyatronun, gişesinden fuayesine birbirinden ne farkı var?

Böyle yaparsanız, açılmama nedeni olarak insanlara düşünecekleri tek seçenek bırakıyorsunuz: 

“Bizden olanlar ve olmayanlar!”
Belli ki bu tiyatrocuların, müzisyenlerin çoğunluğu, iflah olmaz muhalif.

O halde varsınlar taş yesinler!

 

Bilgiden korkan, eğlenceye sataşır!

“Gelincik, beyinde kırmızıdır; Elma, beyinde kokar; Tarla kuşu, beyinde öter” demiş Oskar Wilde.
Yüz milyar nöron ve etrafında onlara destek verip sağlıklı olmalarını sağlayan Bir trilyon destek hücresi. 

Hepi topu 1,5 kilogram ağırlığında bu protein ve yağ kütlesinin en önemli besini bilgidir.

Her gün yeni bilgiler olmazsa küçülür, körelir, zayıflar… Yeteneklerini yitirir.

Beyin; sağlıklı kalabilmek için, depolanmış bilgiye ulaşan bağlantıları sağlıklı kurabilmek için; kültürel etkileşime; sosyalleşmeye bir başka adıyla ‘eğlenceye’ ihtiyaç duyar.

Eğlence beynin bakım setidir. Olmazsa olmazıdır.
Modern çağ toplumlarında bunun en doğru ve en kolay yolu sanattır.

Müziktir, resimdir, danstır, tiyatrodur…

Bunlar hem bilgiyi, hem de beynin bakım seti olan eğlenceyi bir arada sunarlar.

Bilgiden korkanlar, aynı nedenle eğlenceden de korkarlar.

Sanatçıya yapılan eziyetin esbabı mucibesi budur!

 

 

10 Bin dolar ve Halil Lütfü Umudu

Siz bu satırları okuduğunuzda, Sedat Peker büyük ihtimalle ’10 bin dolar maaş verdiği siyasiyi açıkladığı videoyu’ yayınlamış olacak!

Bakan Soylu, o ismi bildiğini açıklamıştı..

Soylu biliyorsa haliyle Reis de biliyor.

Zaten ortalıkta da bir isim dolaşıyor, bilmeyen yok!

E, bu siyasi de kendini biliyor!

Benim anlamadığım, ha bir gün önce ha bir gün sonra.

Pazar günü çok büyük ihtimalle ismi açıklanacak olan bu kişi neden yiğitlik bende kalsın şiarıyla: 

“Ben aldım ulan! Var mı? Ben aldım! Ne olacaksa olsun anasını satayım!” diyerek ortaya çıkmıyor? 

Nedenini söyleyeyim.

Buna “Halil Lütfü umudu” deniyor!

Bir dönem Oğuz Aral, TRT’de bir Tv programı yapmıştı. Aziz Nesin de o programa konuk olmuştu. 

Ben, Aziz Nesin’in o programda anlattığı, Tan Gazetesinin sahibi Halil Lütfü ile ilgili bir anısını aktarayım. Ortam netleşsin.

Aziz Nesin’e cimri derler.

Oysa “cimri “ damgasını, kendisine başkaları değil kendi yapıştırmıştı Aziz Nesin.

Cimriliği emeğe saygısından idi. Misal, yazılarını yazdığı kağıtlarda bir santimetrekare boş yer bırakmazdı. Şimdi ağaçlar azaldıkça kağıt tüketimini azaltalım diye kampanyalar yapmıyor muyuz?..

Zaten tüm mal varlığını, tüm kazancını vakıf kurarak kimsesiz çocukların eğitimine harcayan birisine cimri denilebilir mi?

“Tan gazetesinde yazardım. Mürekkep şişesinin kapağını bile hep kapalı tutardım uçmasın diye.. 

Gazetenin sahibi dünyanın en cimri adamı Halil Lütfü Dördüncü, bu nedenle beni çok severdi. 

O kötü cimri, ben iyi cimri iyi anlaşırdık. 

Birisine elli lira borcum vardı. Alacaklım saat on bir’de gelecek.. 

Çıkıp avans istedim. Elli lira deyip geçmeyin.. Benim maaşım o kadar bir şey idi. 

Halil Lütfü “Tamam!” dedi.. “Saat on bir’de gel al!” 

“Efendim şimdi verin, beni stres içine sokmayın” dedim. 

“Bak!” dedi, “Şimdi gelirken arkadaşın ölür, ben parayı vermekten kurtulurum. Az sonra sen ölürsün ben yine parayı vermekten kurtulurum..” Sözünü kestim.. 

“Efendim!” dedim.. “Ben şanssız bir adamım.. 

Arkadaşım da ölmez, ben de ölmem, siz ölürsünüz ben bu parayı alamam.. 

Siz parayı şimdi verin!” dedim..

Muhtemel ki, bu‘10 bin dolarcı abi’yi de son ana kadar “Halil Lütfü umudu” tutmuştu.

Öyle ya!
Düşünebileceği daha iyi bir alternatif mi vardı?

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir