Brokoli ve Mustafa Mutlu

Mustafa Mutlu, sosyal medyada, GazetePencere’ye çizdiğim bu karikatürle birlikte paylaştığım kısa yazıyı, aşağıdaki şekilde Korkusuz gazetesindeki köşesine almış.


Geçmişte bir kader birliği vaki olsa da, bir yazarın, hasbelkader başka bir gazetede yazan çizen birinin yazısını kendi gazetesindeki köşesine alması ve ismini zikrederek onu onore etmesi, yazın hayatında pek görmeye alışık olduğumuz davranış kalıplarından değildir.

Çünkü bunu yapmak için arınmış bir kişilik, samimi bir alçak gönüllülük ve özgüvenli bir karaktere sahip olmak gerekir.

Neden burada bunun altını çizmeye çalışıyorum?
Ben siyasetçinin de, sanatçının da, yazarın çizerinde, okura, izleyiciye, üretimi sonucu ortaya çıkardığı ürün ile yansıttığı kimliği ile gerçek kimliğini arasındaki uyuma bakarım.
Anlamlı olan bu uyumdur.

“Dün dündür!” diyen siyasetçi iyi siyasetçi olamaz!
“Adam karaktersiz ama çok iyi söylüyor..”  diye sanatçı sayılamaz!
“Çalıyor ama çalışıyor!” diye övülen kişiye iyi yönetici payesi verilemez.

Ben Mustafa’yı ilk tanıdığımda, Star gazetesinin en “görkemli” zamanlarında gazetenin ekonomi müdürüydü.
Müdürler, gazeteye özel şoförleri ile gelip giderken Mustafa ortalarda yoktu!
Çünkü Mustafa Adapazarı’ndaydı.
19 Ağustos depreminde yazılarını haftalarca deprem bölgesine kurduğu çadırdan gönderdi.
Çadırda yatıp kalktı.
Depremzedelerin yaşadığı gibi yaşadı.
Onların soluduğu oksijeni soludu.
Onlara dağıtılan çorbayı içti!
Çünkü onlar gibi yaşamadan, onları yazamazdınız!

Sonra Mustafa ile Vatan gazetesinin -bağımsız gazete- sayfalarında, henüz gazeteler üzerinde yandaşlık fırtınaları esmezden önce yollarımız keşişti.
Derken gazete satıldı.
Satın alan grup, yazarların çizerlerin bir kısmını işten attı.
Mustafa’ya “Bizim istediğimiz gibi yaz!” dediler.
Mustafa bu ikbal teklifini, yıllarca işsiz kalma pahasına yüzlerine vurdu.
Konuyu bir de ‘Dön Kardeşim’ isimli bir kitap yazarak afişe etti.

Sonra, onunla, Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının en civcivli dönemlerinde televizyonlarda, Kral Çıplak programında beraber olduk.
Silivri yollarında en fazla ayak izi bırakan yazarlardan biri oldu.
Herkesin fotoğraf vermeye korktuğu, en riskli konukları programında saatlerce konuşturdu.
Sembolik bir direniş olarak ortaya koyduğu ve “Son kumpas esiri Silivri’den çıkana kadar üzerimden çıkarmayacağım” dediği  siyah gömleğini, son kumpas esiri çıkana kadar üzerinden çıkarmadı.

Sonrası da var. Ama uzatmayayım!

Bazı insanlar, sadece onların kırılma noktalarını zorlayacak testlerden geçmedikleri için dürüsttürler.
Böyle bir teste maruz kaldıklarında ne yapacaklarını bilemezsiniz.
Bazıları ise bu testlerden geçmiş ve kırılmamışlardır!

Yani demem o ki, bir gazetenin ekonomi bölümünü yönetecek düzeyde ekonomi bilgisine ve daha da önemlisi,  ilişki ağına sahip olan kişi hedefine onurlu gazetecilik yerine zengin olmayı koysaydı, bunu yapmakta  zorlanır mıydı?

İşte Mustafa’yı, en başta sözünü ettiğim “anlamlı uyuma” sahip olduğu için tekrar tekrar yazma ihtiyacı duyuyorum.
Mustafa gibi yaşamı ile yazdıkları uyuşan az sayıdaki yazarı diğerleri ile aynı kefeye koymuyorum.
Siz de koymayın.

Doktor, bu ne?

Doktor,
Bende mi bir enayilik var yoksa hakikatten “bu sefer” iyi bişeyler mi olacak ki abiler heyecanlı?

Bu kadar kör kör parmağım gözüne bir koltuk davasına nasıl yine böyle uhrevi anlamlar yüklenir?..
Hayır, bu maceranın sonu bizim arka pencereden bile ayan beyan görülüyorken bu sazanlık neyin nesidir doktor?..

     

Taş duvarlı demokrasi

Demokrasi, Berlin Duvarını bile yıktı ama bizdeki kayyım duvarını bir türlü yıkamadı.

 

Taze fasulye için ağlayan çocuklar

Evet be güzelim!..
Bu ülkenin ahalisi tarih boyunca hiç zengin ve müreffeh olmadı!
Hiç “Ülkemiz dar bir boğazdan geçiyor!” terennümünden kurtulamadı.
Hepimiz hep aynı gemide olduk ama geminin restoranındaki porsiyonlarımız hiç aynı büyüklükte olmadı.
Oldurmadılar!

“Peki ya Osmanlı’nın o ihtişamlı dönemleri de dahil mi?” diyeceksin..
Evet dahil!..

Osmanlı’da da zengin olan ahali değil saraydı.
Hani o ‘meşum harf devrimi’ yüzünden dedelerimizin mezar taşını bile okuyamaz hale geldik diye ağlaşanlar vardı ya!
Ah be evladım!
Senin gariban dedenin zaten mezar taşı bile yoktu ki okuyabilesin!
Osmanlı’da mezar taşı sadece saraylılara, soylulara özgü bir ayrıcalıktı…
O, bir gecede yok edildi dediğin “tarihini” sadece toplumun %3’ü okuyabiliyordu.
Cumhuriyet kurulurken bu fakir memlekette okuma yazma oranı %3’tü…
Hayır, şimdi bile Arapça okuma yazma oranı daha fazla!
Konumuza dönelim;
Evet, bu ülkenin ahalisi hiç zengin olmadı ama hiç böyle aç da kalmadı!

En fukara zamanında iki ineğinin birini sattı ama en azından tereyağı, yoğurt yemeye devam etti.
Sütün, yumurtanın, lahana çorbası ve mısır ekmeğinin yokluğunu çekmedi.
Bildiğin yeşil marulu hiç bu kadar uzaktan seyretmedi.
Bildiğin hamsiye hiç bu kadar yabancılaşmadı.

Bu memleketin çocuklarının, pazarda dondurma için annesinin eteklerini çekiştirerek ağladığı oldu ama böyle bildiğin taze fasulye için ağladığı hiç olmadı.

Hal böyle olunca, iktidar, kendi eliyle yarattığı bu açlık iniltilerini bastırmak için her fırsatı kullanmaya başladı.
Her fırsatı bu seslerin yükselmesini engelleyecek, ağır  ve ses geçirmez taştan perdelerle çevirmeye başladı.

Sarmısağı bile Çin’den getiren iktidar, harıl harıl perde üretmeye başladı.
Kimi perdeleri kendi üretiyor, kimi kendiliğinden ortaya çıkan perdeleri de, elindeki medya ve trol ordusunu kullanarak bu amaca uygun hale getiriyor.
Peki bu perdeler işe yarıyor mu?
Evet, ama bir süre!
Bir süreliğine dağılan dikkat tekrar midede yoğunlaşıyor.
Sesler yeniden yükselmeye başlıyor.
Ama iktidar yılmıyor,
Yeni bir perde,
bir perde daha,
bir perde daha…

Yüzde yetmişi açlık sınırının altına düşürülmüş bir milletin mide gurultusunun duyulmasına hangi perde mani olabilir ki?

Ayın karikatürleri

Pariste son tangolar…

Hedefte biz varız!


İsrail, bazı abilerin çok arzu etmesine ve hatta hayallerini süslemesine rağmen, halen bir Nato üyesi olan ve Kürecik tesisleri sayesinde İran füzelerine karşı en önemli koruma desteğini aldığı Türkiye’ye bulaşmaz, bulaşamaz. Nokta!

Misal, Bakü-Ceyhan boru hattını bombalayıp kendi savaş araçlarını mı hareketsiz bırakacak?

Bir kısmını doğrudan, bir kısmını aracı ülkeler üzerinden aldığı stratejik ürünlerin hala en önemli tedarikçisi olmamızı saymıyorum bile.

Asıl sorun, Ortadoğu’da herhangi iki ülke arasında büyüyecek bir savaş, bize en büyük zararı her zaman olduğu gibi, zorunlu göç kafileleriyle verecek.
Neden bize verecek?
Şimdiye kadar neden bize verdiyse ondan!

Zira bölgedeki en güvenli ve ayni zamanda sınırlarından en kolay girilen ülke bizim ülkemiz.
Alem, güvenli bölge diye bize kaçıyor, sen “hedefte biz varız!” diyorsun.
Belli ki Jöleli’nin jölesi ortak kullanılıyor.
Kullanmayın şu jöleyi abisi!
Görmüyor musunuz yan etkisi var!

Hazirandan karikatürler

Haftanın Karikatürleri