Mayıs’tan karikatürler

LOMBOZ 26 MAYIS 2023

Kıvrak zeka buysa.. 

Hatırlayın!

Hani pandemi dönemi fırsatçılığı yaparak, kendi bakanlığına, kendi ürettiği hijyen malzemesini piyasadan daha pahalı fiyata sokuşturan, -ismi lazım değil- bir kadın bakan vardı ya!

Ne oldu o ablaya?


Hiç birşey olmadı! Devamını Oku

Haftadan Karikatürler

Ayın Karikatürlerinden

Lomboz 21 Nisan 2023

Aramızdaki Tayyip Erdoğan’lar

İsmi lazım değil, üstelik de hem deneyimli hem de akademisyen bir siyasetçi yolda karşılaştığı bir genç kadına önce önümüzdeki seçimde tercihini sordu.

Devamını Oku

Ayın Karikatürleri

Lomboz 7 Nisan 2023

Koyun kokusu

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinin biyoloji bölümünde tam altı buçuk yıl okudum.

Hayır, okul altı buçuk yıl değildi tabi ki!
Fen Fakültesi gibi ağır bir müfredatı, yüzde seksen devam zorunluluğu olan bir okulda okurken, bir yandan da profesyonel karikatüristlik yaptığım için; yani bu karikatür sevdası yüzünden okuldan, iki buçuk yıl fazladan tetebbu ederek mezun olabildim.

 


O zamanlar ‘karikatüristlik’ taşrada çok bilinen bir meslek değildi.
Kahvehanede, babamın bir arkadaşının: “Yiğenim, İstanbul’da ne iş yapıyorsun?” şeklindeki sorusuna, “Karikatüristim!” cevabını verince, amca önce başını gövdesiyle birlikte bir süre öne arkaya sallamış, sonra da kaşlarını kaldırıp aldığı derin nefesi verirken “Öyle gezmeynen iş olmaz!” diye bir cümle kurmuştu.

Anlamamıştım! Ne gezmesi?
Çok zaman sonra “dank” etti!..
Kelimenin sonundaki “türist” den, işin gezmeli mezmeli, “hayta” bir iş olduğunu düşünmüştü amcacık!

…  

..
Neyse konuya dönelim.
Okulda o kadar uzun süre takılınca bazı normlarınız değişebiliyor. 

Misal hücre ve hücre çekirdeği o kadar hayatımızın içindeydi ki, okulun genetik kurunu bitirdiğimde, hücre çekirdeği anlamına gelen “nükleus” kelimesini, herkesin; Sultan Hamam’daki hamalların bile bildiğini sanıyordum.

Sonra anladım ki ‘Nomenkülatura binnaris’i bile çok az kişi biliyormuş!
Mesleki kaptırıp gitmişlikle gelen mesleki salaklık!

İşte bu yüzden ben gerçekten ciddi ciddi şundan kuşkulanıyorum.
Acaba Sayın Nebati, bu memleketin hazinesinin ve maliyesinin bakanı olarak bu söylediğinde samimi olabilir mi?
Tıpkı, damak tadı henüz Türk Milletinin düzeyine ulaşamamış ve bu yüzden “Et pahalı geliyorsa koyun kestirin, daha ucuza geliyor, ben öyle yapıyorum” diyen Büyük Birlik Partisinin başkanı Sayın Mustafa Destici gibi…

Daha önce “Et yemeyin, ot yiyin, daha sağlıklı” diyen bakan gibi…

Yani gerçekten, Sayın Nebati Bakanımız da “Aslında ette bir fiyat sorunumuz yok. 

Koyun diye bir evcil hayvanımız var. Fiyatı dana etinden çok ucuz. Ama eti kokuyor! Artık gelişmiş olan vatandaşımızın, gelişen damak tadına uygun değil. Onu sevmiyor!”

mealindeki cümleyi, gerçekten de, zenginlik pergeliyle çizilmiş bir daire içinde yaşadığı ve o dairenin dışından bihaber olduğu için kuruyor olabilir mi?

Bu abiler, gerçekten de hiç kasaba gitmiyor ve kasapta koyun eti diye bir etin satılmadığını, kuzu etinin de dana etinden daha pahalı satıldığını bilmiyor olabilirler mi?

Mesela Türkiye’nin en büyük seyahat acentasının ve bissürü ottelin sahibi olan Turizm Bakanı, ortalama vatandaş arasında parasızlıktan ömür boyu tatile çıkamamak gibi bir durum olduğunu bilmiyor olabilir mi? 

Mesela bissürü hastanesi olan Sağlık Bakanı; parasızlıktan, “ya amansız bir hastalığa yakalanırsam hastane parasını nasıl öderim” endişesinin beynini kemirmesi sonucu amansız hastalığa yakalanan bir gariban kesimin var olabileceğini tahmin edemiyor olabilir mi?       

Sordum:
Amerika’da en baba etin kilosu 12 dolar. Amerikalı asgari ücretlinin saat ücreti 15 dolar. 

Bizde En ucuz et 350 Lira. Asgari ücretlinin saat ücreti 35 Lira. 

Adam bir kilo eti bir saatlik ücreti ile fazla fazla alırken, bizim garibanın, bırak saati, bir günlük yevmiyesi bile yetmiyor!

Arkadaş!

Şu bakanları zenginden seçmeyin hakikatten yahu!..
Hergün Papermoon’da porsiyonu iki bin liraya risotto yiyen adam makarnanın paket fiyatını bilebilir mi? 

 

Açık ve net anlatmak lazım!

Konuya girmeden merhum Nehar usta’yı bir analım.

Nehar Tüblek Hürriyet gazetesindeki köşesinde sık sık üzerine vatandaşın oturtulduğu biz kazık karikatürü çizerdi.

Zamları ve hayat pahalılığını, elinde filesiyle bu kazığın üzerinde oturan vatandaşı konuşturarak anlatmaya çalışırdı.
Bu görüntü, zammın ve enflasyonun etkili bir sembolü haline gelmişti.

Bu girizgahı şunun için yaptık?

Geçen gün, 18 Dakika programında Emre Hoca ile Merdan Yanardağ’ın; RTÜK korkusundan ziyade yüksek nezaketlerinden kaynaklanan bir hassasiyetle, kazığı Nehar Tüblek gibi yerli yerine oturtamayınca, ‘enflasyonun azalmasının fiyatların ucuzlaması anlamına gelmeyeceğini’ anlatmakta nasıl zorlandıklarını, nasıl kıvrandıklarını izledim.

Her ikisi de konuşmacısı oldukları programın; kuşağı, çerçevesi, ağırlığı yanında, akademisyen duruşlarının çizdiği sınırlar içinde kalma kaygısıyla olsa gerek, mizahın o hınzır tarzını kullanamadılar ve Nehar ustanın üslubundaki o çıplak netliğe ulaşamadılar .


Misal Emre Hoca, meseleyi izah etmeye çalışırken, kazığın gırtlağa, ciğere kadar sokulması” gibi bir oral tanımlama ile fiili bir nebze yumuşatma yoluna gitti.

Merdan Yanardağ ise, enflasyon artış hızını, otomobille gidilen bir yola benzeterek, enflasyon yüzde yüz iken, otomobille 200 km yol aldıysanız, enflasyon yüzde elliye düştüğünde 100 km daha yol alırsınız. Böylece aldığınız yolun toplamı 300 km’ye çıkar” gibi bir oransal modelleme yaptı. 

Son üniversite sınavında 1 milyon öğrencisine sıfır çektirmiş bir ülkenin insanına, başlarındaki en büyük belayı matematikle anlatmaya çalıştı.

Metin Akpınar üstadın, ünlü “Beyoğlu Beyoğlu” oyunundaki repliği ile nokta koyalım!

“Na hak yere kendinizi helak etmeyiniz beyler!”

Gelin, doğrudan Nehar ustaya dönelim. 

Enflasyonun azalması ile ürün fiyatlarının nasıl azalmayacağını açık seçik onun metoduyla anlatalım.


Efendim enflasyon, garip kıçımıza sokulan uzun bir kazıktır!
Ancak reel ücretler, ‘reel yani gerçek enflasyon oranı’ kadar yükselirse bunu hissetmeyiz!
Yani kazık kıçımıza, ücretimizin artışı ile enfflasyonun artışı arasındaki fark kadar girer.
Buradan da anlaşılacağı gibi her kesimin enflasyonu, o kesimin ücret artışı ile bağlantılıdır.  

Ücretin hiç artmadığını düşünelim:
Enflasyon yüzde seksen ise kazığın 80 cm’si kıçımıza girmiş demektir.
Tam bu esnada enflasyon %50 düşerse kazığın kıçımıza doğru bu kez, 80’nin yarısı, 40 cm daha itelenmesi demektir.
Enflasyon yarı yarıya düştüğü halde kazığın kıçımızdaki boyutu, inmek bir yana 120 cm ye çıkar.

Peki bu kazık abdominal bölgemizi ne zaman terk eder?
Ancak enflasyon eksiye düşerse kazık duhul etmiş olduğu seviyeden geriye doğru çekilmeye başlar. 

Bir yıl sonra enflasyonun sıfır olması, ürün fiyatlarının bir yıl sonra bugünkü fiyatında olması, yani kazığın kıçımıza girdiği yerde sabit durması demektir.

 


Peki Nehar Tüblek usta bunu “edepsizliğinden” mi bu şekilde anlatıyordu.
Tabi ki hayır!
Kendisini tanımış birisi olarak söylüyorum.
Aksine çok latif bir insandı.
Ancak biliyordu ki vatardaş ancak böyle tarif edersen daha net anlar.

 

Yer ile yeksan

Erdoğan, iftar yemeğinde emeklilere yaptığı konuşmada, Kılıçdaroğlu’nun vaadettiği ikramiyeyi kast ederek: “Muhalefet iktidara gelirse, ekonomiyi iki günde yer ile yeksan edecek” dedi.

Şimdi biz, yıllarını Maliye Gelirler Kontrolörlüğü, Hesap Uzmanlığı gibi devletin hesap kitap işinde yetişmiş, borcun, alacağın ciğerini bilen Kılıçdaroğlu’nun “veririm” demesine mi inanacağız; ben ekonomistim diyen ama tutarlı bir diploma bile gösteremeyen, “Nas” deyip zaten çökmüş bir ekonominin beline son baltayı indiren, hazinenin kasasını tüketip 50 milyar dolarlık borç senedi bırakan Erdoğan’ın “veremez!” demesine mi inanacağız?


Hesap ettim!

Emeklilere verilecek ikramiye, dolar hesabıyla yılda 8 milyar dolar yapıyor.
Hani, Kılıçdaroğlu’nun bir “Hesap Uzmanı” olarak devlete ihalelerle fazladan atılan kazık olarak hesap ettiği 418 milyar doların 8 Milyarcığı!..
Endişeye mahal yok!

 

Soğan kafalı?

Edebiyat öğretmenimiz cevabını beğenmediği öğrenciye “Soğan kafalı!” derdi.
… 

Soğan ikiye ayrılır!
Öyle yumruğu vurunca değil..
Üretim açısından.
“Kısa gün soğanı” Eylül Ekim’de ekilir, bu aylarda hasat edilir, hemen satılır.
“Uzun gün soğanı” Şubat, Martaylarında ekilir ve yaz ortasında hasat edilir. Sonra da depolanarak kurutulur.
Kurumamışı hemen, kurusu ertesi yıl piyasaya verilir.

Siz, işi bilmediğiniz için, soğan depolarına stok yapıyorlar diye terörist muamelesi yaparsanız, depoları basarsanız, üretici korkudan soğanı depolamaz, tazeyken elden çıkarır. 

Elde az miktarda kalarak ertesi yıla ulaşabilen uzun gün soğanı 25 Liraya, 30 liraya satılır!

Soğan kafalılığın alemi yok! 

Kılıçdaroğlu’na, kimler, neden karşı?!


Kılıçdaroğlu’na kimler karşı?

Kılıçdaroğlu’nun “Beşli çete” diye isimlendirdiği ve 2002 yılından bu yana 191 kez değiştirilen kamu ihale yasaları sayesinde “malı götürdüğünü” iddia ettiği ticari zevatın, Kılıçdaroğlu’na gösterdiği sert direnci anlamak kolay!


Onların sağlam gerekçeleri var!
Mal mülk, para pul meselesi…

Devamını Oku

LOMBOZ 10 Şubat 2023

 


Çöktük, kapandık ama tutunamadık! 

Biz o, “Çök – Kapan – Tutun” tatbikatını niye yaptık?
O mesajlar, telefonlarımıza, bir hafta öncesinden tanıtımı yapılarak, saat ve dakika verilerek, 12 Kasım 2022, saat tam 18.57’de, ala–ü vala ile niye geldi?

Söyleyelim;

Çünkü ilgili bakanlığımız, Afad ile birlikte projelendirdiği bir sistem sayesinde, herhangi bir deprem felaketinin hemen öncesinde vatandaşların telefonlarına böyle olağan dışı bir uyarı sesi gelecek, vatandaş da, yine sosyal medya ve tv’ ler üzerinden izleyerek eğitimini aldığı, hatta Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici’den bizzat provasını izlediği ‘çök-kapan-tutun’ hareketini yaparak depremden korunacaktı.

Peki, büyük bir lansmanla provası yapılan, zaman ve belli ki para harcanan, tantanası günlerce süren bu siren mesajlı uygulamanın semeresini bu iki büyük deprem öncesinde, ne ilkinde ne de ikincisinde gören, duyan oldu mu?

Bu projede maksat hasıl oldu mu?

Olmadı!..

Bizimkisi de soru mu?
Hangi projede olmuş ki bunda da olsun!

 


Sahada asker neden yok?

Depremin ilk gününden bu yana soruluyor:

“Deprem bölgelerinde asker neden görünmüyor?

Söyleyelim!
Sebebi, 2007 yılında, bu iktidar tarafından iptal edilen EMASYA protokolü!


Ben söylemiyorum!

Emekli Albay Osman Babuşçu söylüyor!
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz söylüyor!

EMASYA yani: Emniyet, Asayiş, Yardım kelimelerinin ilk iki harfi ile isimlendirilen 

bu protokol, ne sağlıyordu?

Böyle bir felaket durumunda, ülkenin en ücra köyündeki askeri birlik komutanının, kimsenin emir vermesini beklemeden en yakınındaki felakete hızla müdahale etmesini sağlıyordu. 

Elinde bulunan personel, araç, alet, çadır, erzak, seyyar mutfak ve seyyar hastane ile, merkezden gelmesi birkaç gün alacak desteğin ulaşmasına kadar geçecek bu en önemli ve hayati sürede yaşam desteği vermesini sağlıyordu.

Bu birliklerin en küçüklerinin bile envanterinde, demir makaslarından kaynak makinelerine, jeneratörlerden iletişim araçlarına kadar en hayati araçlar yanında, müdahale eğitimli personeli ve prosedürleri bulunuyordu.

Eylemin değerini görebiliyor musunuz?

bu protokol neden iptal edildi?

Nedeni çok basit!

Bu iktidarın, 2007 yılında henüz FETÖ ile kol kola yürünmekteyken, askerin ortalıkta görünmesinin yarattığı darbe paranoyası yüzünden…

Diyanet işleri başkanı, iki sela arasında şunu da bir açıklasa:
Dünyanın, bu en iyi destek ağını koparanların, bugün yaşanan tablonun ağırlaşmasında veballeri az mıdır?


OHAL Niye?

İktidar, deprem felaketinin vurduğu 10 ilde OHAL kararı aldı.

Böyle felaketlerde normal hukuk ortamında alınamayacak kararları, gecikmemek için hızla alıp, eylemleri hızla uygulayabilmek amacıyla ya “Olağanüstü Hal” kararı alınır ya da bir diğer alternatif olarak sözkonusu bölge “Afet Bölgesi” ilan edilir.

Her iki durumda da devlet, vatandaşın vergi, prim, kredi borcu benzeri bazı yükümlülüklerini erteler.

Her iki durumda da devlet ihtiyaç gördüğünde vatandaşın malına mülküne el koyabilir.

Ancak Afet Bölgesi İlanında afet geçtikten sonra devlet verdiği zararı tazmin eder. 

Vatandaş mahkemelere başvurabilir, zararını tazmin ettirebilir. 

Hukuk yolu açıktır.
Afet Bölgesi ilanında, bölgede çalıştırılan personele ek prim verilmesinden, vatandaşın yıkılan, dökülen malzemesini yerine konulmasına kadar çeşitli kayıpları tazmin zorunluluğu vardır.

OHAL ilanında ise Devlet vatandaşa verdiği zararı tazmin etmek zorunda değildir. 

İster eder, ister etmez.
Yetkililer, “devlet bütünlüğüne zarar veriyor” gerekçesini göstererek istediği kişileri tutuklar. Gözaltı süreleri uzar. 

Cumhurbaşkanlığı, OHAL Kararnameleri ile, istediği konudaki yaptırımı, zorunlu hale getirebilir. Misal, hatırlayacağınız gibi ‘otomobillerin cam filmleri’ gibi amaç dışı alanlarda bile OHAL Kararnamesi çıkarabilir.
Haksızlığa uğrayan vatandaş Anayasa Mahkemesine bile başvursa, sonuç alması yıllar sürer..


İktidarın, ‘Afet Bölgesi’ yerine  OHAL’de ısrar etmesinin anlamı ne olabilir?

İki nedeni olabilir:

1- “Vatandaşa her türlü yardımı biz yaptık” diyebilmek için gereken tedbirleri almak,

2- Seçime doğru, her konuda kararname çıkarmanın yolunu hazır tutmak.

Muhalefet, OHAL’e gereksiz olduğu için değil, iktidara güvenmediği için karşı çıkıyor?

Zaten Cumhurbaşkanlığı yönetim modelinde, onbeş dakikada, istediği gibi kararname çıkarma yetkisine sahip olan iktidarın bu önemli yetkiyi yerli yerinde, amacına uygun kullanacağına inanmıyor.

Neden inanmıyor?

E, Perşembenin gelişinden!

 

 

Haftanın utandıran durumu

“Reyiz “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diyordu ama “Bir sabah ansızın Yunan Kurtarma elemanları geldiler.. Ayaklarının tozuyla enkazdan bir çocuk çıkartıp gözyaşlarına boğuldular..

 

Atakum Belediyesinde arı gibi gençler

Depremin ikinci günü, yakın akrabalarla organize olup, elimiz yettiğince acil ihtiyaç olarak belirtilen malzemelerden satın alıp Samsun Atakum Belediyesinin Düğün salonunun önüne götürdük.

Daha birşey söylememize gerek kalmadan, orada hazır bulunan çoğu üniversite öğrencisi yüzlerce gençten birkaçı getirdiğimiz kolileri kaptığı gibi binanın içindeki ayrıştırma salonuna taşıdı.

Onlarca masada, üç yüze yakın genç koordine olmuş, hoparlör sistemi ile yönlendirilerek, harıl harıl  kendilerine verilen görevleri yapıyorlar. 

Kimileri malzemeleri ayrıştırıp koliliyor, kolileri isimlendiriyor, kimi zincir oluşturmuş gelen kolileri, kimi büyük tırlara yüklenerek deprem bölgesine gidecek kolileri taşıyor, kimi dışarıda malzeme getirenleri karşılıyor, boş tırlar geliyor, dolu tırlar gidiyor, herkes işin bir ucundan tutmuş arı gibi çalışıyor. 

Üstelik bu yoğun faaliyet depremin ilk gününden beri artarak ve hızlanarak devam ediyor.


3 kez malzeme götürdük, üçünde de hiç zorlanmadan birkaç dakikada teslimatımızı yapıp çıktık.

Doğru yapılan işler bu büyük acının bir nebze de olsun hafiflemesine neden oluyor.
İnsanımızın, fedakar ve gayretli çabasının, doğru organize edildiğinde ne kadar güçlü ve anlamlı sonuç ürettiğini gösteren Atakum Belediyesini takdir ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Oyak Çimento Hisseleri

Deprem’in büyüklüğü ortaya çıkınca İstanbul Borsasında, BİST100 (En fazla işlem yapılan 100 hisse) içerisinde işlem gören OYAK Çimento hisseleri bir anda uçuşa geçti.

Bir günde yüzde 10 civarında değer kazandı.

Sebep?

Borsa ‘trader’ları uyanık ya! Güya hesap yapıyorlar:

Depremde yıkılan binlerce binanın yerine yapılacak binalarda ne kullanılacak? 

Çimento!
Nereden alınacak bu çimento?

Çimento üreticilerinden!
O durumda çimento üreticilerinin karı artacak, dağıtacağı temettü artacak, hisse senedi fiyatları da yükselecek!

Peki aynı gerekçeyle: 

Tuğla fiyatları artmayacak mı?

Demir fiyatları artmayacak mı?

Çelik kapı, kapı kolu, kapı kilidi fiyatları artmayacak mı?
Ev dediğin sadece çimentoyla mı oluşuyor? 

Klozetler, evyeler, buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonlar depremden sağ mı çıktı?

Buna “Ayı tuzağı” filan diyorlar. O başka!

“İşte kapitalizm böyle birşey, böyle acımasız, şöyle duyarsız” diyenler var.. 

Hepsini bir yana koy!

Bu manzara bana; ölmek üzere olan hastayı acil servise yetiştirmeye çalışan ambulansın peşine takılan ‘sürüngen beyinli’ sürücüleri hatırlattı.

Fırsatçılığın da bir ayarı var be kardeşim! 

LOMBOZ 3 Şubat 2023

Karikatüristini hapseden demokrasi şampiyonu ülke
Yıl 2007.
Vatan Gazetesinde, Mustafa Mutlu ile aynı köşeyi paylaşıyoruz.
O yazıyor, ben çiziyorum.
O sıra, ANAP’ın başında, Nesrin Nas’tan sonra başkan olmuş Erkan Mumcu var. 

Bildiğiniz gibi, 1983’de %45.14 ile gümbür gümbür iktidara gelen ANAP, Özal’dan sonra sert iniş yaparak, 2002’de  %5.11 ile meclis dışında kalınca başkanları daha hızlı değişmeye başlamıştı. 


Gazete’den çıktım. Taksiyle Şişli’den Beşiktaş’a iniyorum. Cep telefonum çaldı.
Karşıdaki ses, Efendim, telefonunuzu gazetenizden aldım. Ben Erkan Mumcu’nun özel kalemiyim. Erkan Bey sizinle görüşmek istiyor..” dedi.

Hoppala paşam, Malkara Keşan!
Türkiye’de bir siyasi figür, bir karikatürcüyü arıyorsa ortada bir sıkıntı var demektir.


O sıra ANAP’ın, Meclis’te fantastik bir ‘grup kurma’ mücadelesi var.
Ne demek bu?
Parti olarak, 20 milletvekiliniz varsa, ‘Meclis Grubu’ kurabiliyorsunuz, böylece mecliste grup toplantısı yapmaktan seçim harcırahına kadar, bazı özel statü ve olanaklara kavuşuyorsunuz. 

Hatırlayanlar teslim edecektir.
Erkan Mumcu, insanüstü bir gayretle ANAP’ın milletvekili sayısını 20’ye tamamlama savaşı veriyor ki öyle böyle değil..

Tam 20’yi buluyor, bir istifa, sayı yine 19’a iniyor.  Biraz kısmetsizlik de var ki, tam 20’yi bulduk açıklaması yapılıp Meclis’e başvuruluyor, bir kaza, bir kalp krizi bir vefat, sayı yine 19’a iniyor…
Bir Erkan Mumcu tamamlıyor, bir sayı eksiliyor!..

Olay dramatik.
Benim de ilgi odağıma oturmuş, karikatürcü olarak olup biteni merakla izliyorum. 


Ara ara, ANAP ile ilgili, Mesut Yılmaz’ı, Erkan Mumcu’yu, Mehmet Ağar’ı hicveden karikatürler çiziyorum.. 

En son bu eksilme – tamamlama durumunu ti’ye alan, o gün yayınlanan aşağıdaki karikatürü çizmişim. ‘Okey’e dördüncüyü en iyi Erkan Mumcu bulur’ karikatürü…

Erkan Mumcu’nun arama sebebi belli ki bu!

Telefon kulağımda, sıkıntılı bir ruh haliyle, Erkan Mumcu’nun bağlanmasını bekliyorum.
Zihnimi, kullanacağı üsluba uygun bir karşı ateşe hazırlamaktayım.

Birkaç saniye içinde Mumcu’nun sesi geldi.
“Bülent Bey merhaba, öncelikle size çok teşekkür ediyorum” diye yumuşak ve nazik bir tonla söze girdi.

Tabii benim gardım hala kapalı ve hala atağın sertleşmesini bekler durumdayım. Oysa o, kibar bir şekilde, başladığı gibi devam ediyor, edebi, felsefi cümleler kuruyor.

“Bir siyasetçinin” diyor, “bir karikatürcünün kalemine konu olması, karikatürcünün fırçasına dolanması, o siyasetçinin kamu nezdinde tescili anlamına gelir” diyor.. Anlamlı, derin sözler sarf ediyor…

Özellikle bir sağ siyasetçiden hiç beklemediğim bu tür cümleleri de duyunca gardımı gevşettim.
“Lütfen beni çizmeye devam edin. Her türlü eleştiriniz beni mutlu eder!” şeklindeki sözlerinden sonra karikatürü imzalı olarak almak istediğini de söyleyince bende yelkenler tamamen suya indi.

Adnan Kahveci’den sonra ilk kez, hakkında karikatür çizilen bir siyasinin, çizere teşekkür etmek için aradığına şahit olmuştum. Hatta Kahveci “O zaman ben de seni çizerim” demiş, benim karikatürümü çizmiş, onu da Çarşaf dergisindeki köşemde yayınlamıştım.

Mumcu ile bir daha hiç görüşmedik.
ANAP’ın başından da ayrılınca, hakkında çizecek bir şey kalmadı zaten.
Söylediği gibi “bir siyasetçi olarak artık ‘kamu nezdinde tescile’ ihtiyacı kalmamış olsa da” -siyaseti, yaptığı yapamadığı, bir yana- yıllar sonra onu, bir kâhil insan sıfatıyla anmama olanak sağlamış oldu.

Ömrü uzun olsun.

… 

Bu yazıyı ve Erkan Mumcu’nun bu olgun davranışını, sadece bugünün siyasilerinin değil, genç savcıların, yargıçların da kulağına mesel olsun diye yazıyorum.

Amerika’da yakın zamana kadar, en zenginler listesinin ilk on’u içerisinde üç karikatürist vardı. Türkiye’de ise sadece karikatür çizerek yaşamak ancak iki elin parmakları kadar karikatürcüye kısmet oldu. 

Bunlardan biri benim. 

Biri de meslektaşım Seyfi Şahin. 

Seyfi, yıllarca mizah dergilerinde karikatür çizmiş, Levent Kırca yazar ekibinde mizah yazmış, geçimini sadece karikatür çizerek, mizah üreterek sağlayan (şimdi biraz da sağlayamayan) ender karikatürcülerden biri.

Gırgır dergisinin son sayısında çizdiği bir karikatür nedeniyle yargılandı, davası yeni sonuçlandı ve bu hafta başı, 1 yıl 15 gün hapis cezasına mahkum olduğu tebliğ edildi..
Önümüzdeki hafta yatış için cezaevine teslim olacak.
Ne olacak, nasıl olacak o da bilmiyor…

Asıl tenakuz, her vesilede  ”demokrasi şampiyonu” olduğunu iddia eden bir ülkenin yargısının, tabanca, bıçak kullananları sokakta bırakırken, kalem, kağıt kullananları hapsetmeye çalışması.  


“Gaulle” kelimesinin fonetiği, Fransızca’da, ağaçtan meyve toplamak için kullanılan uzun sırığın (gauler) adını andırır. 

Charles de Gaulle ise, II. Dünya Savaşı öncesi savaş teorisyeni bir tuğgeneral, savaştan sonra da Fransa Cumhurbaşkanı olan 1,96 boyunda, soy ismiyle müsemma bir ünlü siyasetçinin adıdır.

General de Gaulle, bir savaş kahramanı olmasına rağmen, uzun burnu ve boyu ile Fransız karikatürcülerin acımasız esprilerinden kurtulamamıştır.  

Kadim dostum Hüseyin Şişman, gezi bloğunda  Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’den bir anekdot yayınlamış:
“General de Gaulle’ün Cumhurbaşkanlığı devam etmektedir.
1960’lı yıllar… O aralar siyasi mizah dergilerinde onun karikatürleri pek görünmez olur. De Gaulle danışmanlarına dert yanar, “Yahu karikatürlerim çıkmaz oldu, hayrola Fransızlar artık beni sevmiyor mu?“

Bütün siyasilerimiz olaya, Rahmetli Adnan Kahveci gibi, Erkan Mumcu gibi bakabilseydi, General de Gaulle gibi yaklaşabilseydi; kimse karikatürden, mizahtan, yazdığından, çizdiğinden, düşündüğünden gadre uğramasaydı, belki gerçekten de “demokrasi şampiyonu” olabilirdik!

Mizahçının ürettiği, toplumun sesinin yansısıdır.
Mizahçısına eziyet eden, allame olsa gelecekte iyi anılmaz!

Toplumsal vicdanın hizası

Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, Millet İttifakında liderliğin pozisyonunu tanımlarken “Toplumsal vicdanın hizasında durmak..” şeklinde bir cümle kurdu.

Aslında bu koalisyonun ve hatta bu koalisyon dışındaki koalisyonların da anahtar cümlesi bu.

Çok  kritik bir eşikteyiz ve vatandaşın kahir ekseriyesi durumun farkında. 

İşte “toplumsal vicdan”, bu farkındalık.

Bu hizada duramayan liderler gider, peşinden tek bir seçmen de götüremez..
Ona göre!


Avrupa’da kuranı kim yakıyor?

Avrupa’da Kur’an yakanlar “Atayizler” mi? 

Hayır!

Solcular mı?

Hayır! 

Komünistler mi? 

Hayır!

Şamanistler mi? 

Hayır!
Mütedeyyin hristiyanlar mı?

Hayır!

… 

Kimler Avrupa’da Kur’an’ı yakanlar?

Avrupa’nın hristiyan aşırı sağcıları…

Avrupa’nın siyasal dincileri…

Yani kime kızacağınıza iyi bakın!
Siyasal dinciler dünyanın her yerinde birbirine benzer!

 

 

Ne bilim!

Biz aya sert inişi düşüne duralım, Birleşik Arap Emirlikleri, ülkenin iki astronotundan biri olan 41 yaşındaki genç astronot Sultan al-Neyadi’yi, Space X’in Falcon 9 roketiyle, uzun süreli bir uzay yolculuğuna gönderiyor.

Al Neyadi, öyle form doldurup başvuru kurasıyla seçilmiş bir vatandaş değil. İngiltere’de Brighton Üniversitesinde Elektronik ve İletişim Teknolojileri Mühendisliği okumuş, Avustralya Griffith Universitesinde Data Teknolojileri alanında master yapmış bir asker bilim adamı.

Genç adam yıllardır çalışıyor yer çekimsiz ortamda alet kullanma deneyleri yapıyor. Oksijensiz ortamda yapacağı testlere hazırlanıyor. Başını yastığa koyduğunda sağ salim fırlatmayı atlatıp istasyona varabilecek miyim? Yanmadan atmosferi geçip geri gelebilecek miyim diye düşünüyor. 

Peki Birleşik Arap Emirlikleri sathında harıl harıl, astronotun, uzayda hangi deneyleri hangi bilimsel araştırmaları yapacağı, hangi projeler üzerinde çalışacağı, nasıl gidip döneceği mi tartışılıyor sanıyorsunuz? 

Tabii ki hayır!

Ne tartışılıyor? 

Bir bölümü Ramazan ayına gelen bu seyahat süresince Arap astronotun oruç tutup tutmayacağı tartışılıyor.

Standart uyum çalışmalarının ağır temposu altında canı burnuna gelmiş astronot, sonunda dayanamıyor, “tutmayacağım ulan! Orada saatte 28 bin km hızla dönüp duracağım.. Seferi sayılırım” diye cevap veriyor.

Ulema, “evet seferidir!” diyor. 

Tartışma kesiliyor!

Bilim mi dedin?

Nebilim!