Lomboz 24 Mayıs PAZAR

LOMBOZ 24 Mayıs 2020 PAZAR

Devlet daha ne yapsın?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre, Ramazan Bayramı tatili dolayısıyla bayram boyunca, yap-işlet-devret projeleri hariç olmak üzere Karayolları Genel Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan otoyollar ile 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçişlerden ücret alınmayacak.

Başkentray ve Marmaray seferleri de ücretsiz olacak.

Şimdi siz muhalifsiniz ya:

“Kardeşim, 81 ilde bu süre içerisinde zaten sokağa çıkma yasağı var. Bu köprülerden geçecek kimse yok! İnler, cinler desen uçarak gidiyorlar. Kime bedava?” diyeceksiniz.

Arkadaş, size de bir şey beğendirmek o kadar zor ki!

Bir de dikkatinizi çekti mi? Yap-işlet-devret köprü ve yollar kimse geçmezken bile parayla!..

Neden?
Kimse geçse de geçmese de parasını ödüyoruz da ondan!

 

—–

 

Milli ve Yerli Üniversite olur mu?

El cevap olmaz!
Üniversitenin kelime anlamı “Evren Kent” yani insanlığın ortak bilgi hazinesinin işlendiği, öğrenildiği, öğretildiği, paylaşıldığı, biriktirilerek sonraki kuşaklara aktarıldığı evrensel bilim yuvası.

 

Ortak, çünkü:

-üçgenlerin iç açılarının toplamı her ülkede yüz seksen!..

-DNA bütün laboratuvarlarda aynı sarmal dizilişten, aynı şeker ve bazlardan oluşuyor.
-Aynı hesap hatası ile Hintli mühendisin yaptığı köprü de, Brezilyalı’nınki de aynı biçimde çöküyor!

-Sars-Cov-2 İngiltere’deki üniversitenin mikrobiyoloji uzmanı için de korona cinsinden bir virüs, Yemen’deki mikrobiyoloji uzmanı için de..

Yerli Milli üniversitede iki kere iki beş mi ediyor?..
Ekonomi teorileri bütün üniversitelerde aynı sebep ve sonucu, aynı keskinlikle ortaya koyar.
Dünyanın her yerindeki üniversiteler ‘aynı bilimsel danteli’ birer ucundan tutup oya oya işlerler.

O devasa kanaviçeye yeni nakışlar katmaya çabalarlar.

Üniversitede hocalık yapan öğretmenlere “bilim adamı” denir.
Sana bana, iktidara, muhalefete göre değil, bilime göre konuşurlar.
Hem ekonomiyi, hem sosyal yapıyı bir adım ileri taşıyabilmek ancak özgür bilim adamlarına sahip olarak mümkün olur!

Oysa üniversitelere “yerli milli” klişesini basarsan, oradaki bilim insanlarını maaşları ile vicdanları arasına sıkıştırırsan, aykırı konuşanı meslekten atarsan, hapse tıkarsan oraları üniversite olmaktan çıkartırsın!
Bilim adamları yerine, gerçeği konuşmaktan, doğruyu söylemekten ödü patlayan, bilmem kaçıncı kademenin, bilmem kaçıncı derecesinden maaşlı düz memurlar yaratırsın!
Sonra severek, saygı duyarak izlediğimiz koskoca profesör, çıkar der ki: “Virüsler, insan nüfusu fazla artmasın diye allah tarafından gönderildi!”

Hoppala paşam, Malkara, Keşan!


Yani Allahın amacı, virüs aracılığı ile geometrik artan insan nüfusunu azaltmak!
Bunu Diyanet İşleri Başkanı söylese neyse!..

Koskoca Bilim Kurulu üyesi profesör söylüyor..
O halde aynı mantık kurgusu ile soruyorum!
O halde, Allah’ın, imanlı kullarının, onun bu meşiyyetine yardımcı olacak tarzda hareket etmesi daha münasip olmaz mı?

Yani, aşı ya da ilaç bulmaya, virüs ile enfekte olanı tedavi etmeye çalışmak allahın bu “nüfus planlama” iradesine karşı gelmek anlamına gelmiyor mu Sayın Hocam?
Bu tanımlamaya göre, sizin ekmek paranızı kazandığınız, ‘insanları virüs karşısında hayatta tutma’ işi, tanrının yapmak istediği ile çatışmıyor mu?
O halde O’nun yıktığı kale duvarlarını onarmak size mi düşüyor?


Bilim adamı; bilime göre değil de, hakim ortama göre konuşursa buradan ne evrensel bilgi çıkar ne de özgür ruhlu, araştıran, sorgulayan öğrenci…

 

Yerli Milli üniversiteleriniz hayırlı olsun!

 

 

TV Yayıncıları İçin 10 Maddede RTÜK SAVAR

 

1-Kullanacağınız ifadeleri önceden farklı biçimde söyleme antrenmanları yapın “Mesela Ak Parti seçmeni yaşlı” demek yerine “Ak Parti seçmeni yaş almış!” şeklinde daha naif bir ifade kullanın..

 

2- Haber ve yorumlarda AKP yerine Ak Parti demek, CHP yerine doğrudan Ce-Ha-Pe kelimelerini vurgulu bir şekilde ifade etmek iyi niyet göstergesi sayılabileceğinden ön keser! Savunmalarda işe yarar! Buna ağzınızı alıştırın.

 

3- Programa, rastgele gömlek, tişörtle hırpani bir şekilde çıkmayın, çıkartmayın! Telekonferans şeklindeki bağlantılarda, boğazında fular, altında pijama olan konukları kontrol edin, iptal edin! Bu gözler; papyon takıp, boksör donla programa katılan konuklar gördü! “Yav kim anlayacak?” demeyin! Karısı kahve getiriyor. Abi, nerede olduğunu unutup almaya davranıyor. Hop! olay meydanda!..

Siz, mutlaka takım elbiseli, beyaz gömlekli ve kravatlı çıkın. En azından iyi halden ceza indirimi sağlar.

 

4-Her programın giriş bölümünde, “ülkemizde her şey ne kadar güzel!.. Bunu bize sağlayan değerli yöneticilerimize binlerce kez teşekkür ederek programımıza başlıyoruz!” cümlesini kullanın. Böylece önünde bir sürü ‘tetkik edecek program’ birikmiş olan RTÜK müfettişinin, programın devamına  bakma ihtimali azalacaktır..

Programın yarısından sonra serbest uçuşa geçebilirsiniz!

 

5- Konuklarınızı ‘enseye tokat!’ düzeyinde yakın tanıdıklardan seçin ve onlara yakın oturun. Sosyal mesafe sizi kurtarmaz. Ama misal konuğunuz cezaya tabi bir cümle sarfettiğinde, “Ne dedin sen?!” nidasıyla, ensesine hafif bir şaplak atmak kesin kurtarıcıdır.

 

6- Mevzulara çapraz okuma yapın! Mesela korona meselesinde ülkemizin 215 ülke içerisinde en kötü 9 ülke içinde olduğunu asla söylemeyin! Bizden kötü olan 8 ülkeyi baz alarak “Amerika’dan çok iyiyiz, İngiltereden çok iyiyiz, İtalya’ya göre harikayız! Fransaya tur bindirdik!” şeklinde kıyaslarla konuyu özetleyip başka konulara geçin.

 

7- Mümkünse programda bazı kelimeleri bazı isimlerle yakın kullanmayın. Mesela Fahrettin Altun adı geçiyorsa “Boğazda çardak, bir haneye altı maaş, kaymaklı ekmek kadayıfı” gibi ifadeleri, Berat Albayrak adı geçiyorsa; kriz, zam, Kanal İstanbul’da çiftlik, ” gibi ifadeleri belli bir emniyet mesafesi ayarlayarak önden veya arkadan kullanın.

 

8- Program boyunca bazı kelimeleri asla geçirmeyin!.. Tehlikeli kelimelerin yerine bir kelime uydurun. Mesela darbe yerine “luluga” sözcüğünü kullanın. “12 Eylül lulugası!”, 28 Şubat postmodern lulugası” gibi..

 

9- Sıkıntılı haberleri dümdüz okuyun. Nokta ve virgülleri bile dikkate almayın. Habere girerken frenden ve gazdan ayağınızı çekin. Çıkana kadar dokunmayın. Mıcıra girerseniz direksiyonla oynamayın!. Kaydırırsınız!

 

10-  Programda efendi olun! Sayın Cumhurbaşkanının da sizi izleme ihtimalini hesap ederek ayak ayak üstüne atmayın. Önünüzde masa yoksa dizlerinizi önde birleştirin. Masa varsa yine birleştirin. Ayakta duruyorsanız elinizi cebinize sokmayın! Ukala ukala kollarınızı göğsünüzün üstünde kavuşturmayın!. El kol hareketi yapmayın! Terbiyenizi takının! Adamı hasta etmeyin!

 

PARANOYA GÜNLERİ-5

Hem ıslak hem de yaralıydık!

Hadi markete girip çıkmaya alıştık da şu eczaneye bir türlü alışamadık.

Sürecin en meşakkatli işi eczaneden ilaç almak!
Neden meşakkatli?

Çünkü tehlikeli!

Eczaneye hasta olan gider!. E, hasta olanın ne hastası olduğu belli mi?

Misal, adam öksürüyor! Şurup almaya gelmiş.

Korona yüzünden öksürmediğinin bir garantisi var mı?

Yok!
O halde eczane tehlikeli! En korktuğum şey eczaneye düşmek!

“İlaç almak gerekiyor!” dedi karım..

Önümüz Bayram ya!.. Evde ‘ağrı kesici, nezle bitirici’ türünden semptomatik ilaç kalmamış. Maske de bitmek üzere.. Eczaneye gitmem gerekiyormuş..

Özellikle de balkonda, rüzgarda en çok oturan benmişim. Üşütüp nezle grip filan olursam bayram tatilinde ağrı kesiciyi, ateş düşürücüyü nereden bulacakmışım.. Evde daima, gripin türünden bir şeyler bulundurmak lazımmış..

Direnmenin manası yok!

Listeyi cebime koydum..

Pusatlarımı kuşandım. Hedef özel!

Paketten sıfır maske çıkarttım. Maske ile yüzümün arasına iki kat peçete yerleştirdim. Berem, gözlüklerim, eldivenlerim.. Her şey tamam!

Aynada kendimi kontrol ettim. Açık yer yok!.
Kredi kartımı buzdolabı poşetinin içine koydum. (Bunu karım öğretti)

Açık konuşmak gerekirse zorla dayattığı kurallardan biri diyelim..

Poşeti açıyorum. Kasiyer kartı içinden alıyor. Alışveriş bedelini çektikten sonra kartı ve fişi tekrar poşetin içine atıyor. Böylece ben karta, paraya fişe el sürmemiş oluyorum. Eve dönünce kredi kartı balkon masasında bir gün havalanıyor. İşlem tamam!..

Eczane biraz uzak ama bacak kaslarım açılsın! Arabayı almıyorum..

Yürüye yürüye eczanenin önüne geldim. Gelmemle, eczanenin önündeki ip gibi sonsuzluğa doğru uzanan insan kuyruğunu görmem bir oldu..
İki metre arayla dizilmiş, geldiğim yönün tersine açık araziye doğru uzayan, evsafını ancak dron ile görebileceğin bir kuyruk. Eczanede dört kişi var. Bir kişi çıkınca diğeri girebiliyor.

Sıradaki gence sordum: “Sonu nerede bu kuyruğun?”
“Ben girdiğimde Cuma pazarının önündeydi abi!” dedi.  “Takip et bulursun!”

Öyle ya!.. Kuyruğu takip etmeye başladım. Epeyce bir yürüdükten sonra sonuna geldim. Vazgeçme düşüncelerim var. Olayı kafamda çeviriyorum ama bu arada kuyruğa da girdim. Hatta benim arkama birkaç kişi daha gelip girdi.

Gelirken şöyle kabaca 120 Kişi saydım. ikişer metre aralıktan 240 metre mesafedeyim. on-on beş saniyede bir adım atıyoruz. Bu hızla ne kadar sürede eczanede olurum gibi hesaplar yapmaya çalışırken zaman geçti.

Artık kuyruktan çıkma, vazgeçme eşiğini aştığımı düşündüm.

Hesap yapmaktan vazgeçtim.

 

Derken çok geçmedi, ince bir rüzgar ve çisenin ardından bir sağanak yağmur patladı ki o kadar olur. Halbuki hava kapalı olsa da az önce ara ara güneş açtığı oluyordu. Girecek ne bir saçak altı var, ne de saklanacak kapalı bir yer. Arazinin ortasındayız.
Hızla kaçıp; geldiğim bu aşamayı, kattettiğim bu kuyruk mesafesini ziyan etme ile yerimde kalma fikri arasında bocalarken bir anda kuyruktaki herkes gibi sırılsıklam oldum.

Üzerimde haki bir gazeteci yeleği var. Ceplerinde sular damlıyor. Telefonumu ıslanmasın diye pantolonumun ön cebine koydum. Onu korumak için hafif öne doğru eğildim o kadar!

Uzaktan görüyorum. Şanslı olanlar eczanenin en yakınında olanlar.

Eczanenin içine, saçaklarının altına sıkışmışlar. Sosyal mesafe hak getire!..

Biz uzaktakiler, evet biraz ıslandık ama en azından sosyal mesafe disiplinimize halel gelmedi.

Hiç kimsenin kuyruğu terketmemesinin sebebini, irade ve motivasyon kuvvetine vermeyin!.

Terketmeye yeltenemedik bile! Her şey o kadar hızlı oldu yani..

O kadarla da kalmadı.

Önce bulgur tanesi kadar, sonra gittikçe büyüyerek fındık büyüklüğüne erişen bir dolu yağmaya başladı ki, aman allahım!..

Taneler vurduğu yeri yakıyor…
Herkes, ilahi bir üstteğmenden komut gelmiş gibi bulunduğu yerde cenin pozisyonu almış, ahlaya inleye, kollarıyla başını dolu tanelerinin şiddetinden korumaya çalışıyor..
Neyse ki birkaç dakikadan fazla sürmedi..

Hem ıslak, hem de yaralıydık.

Eczanenin önüne kadar ilerleyip içeri girdiğimde ıslak köpek yavrusu gibi ara ara kendimi tutamayıp sallantılı bir şekilde titrediğimi hatırlıyorum.

Dikiş değil de yapıştırma olduğundan olsa gerek, maskemin kulpu kopmuş, çenemden aşağı sarkar bir vaziyette, ceplerime davranarak ilaç listesini bulmaya çalıştım.

Yeleğimin ön cebinde buldum ama listenin yazılı olduğu kağıt ıslanmış. Okunmuyor..

Aklıma gelenleri söyledim.  Uzatmayayım, eczacı kızın acınaklı bakışları altında ilaçları alıp eve döndüm.
Olay akşamı, bir titreme bir ateş!..

O gün aldığım ilaçların neredeyse yarısını bitirdim.

Bu gün ikinci gün.. İyiyim çok şükür..

Sistem aşırı yağmur ve dolu yüklenmesi nedeniyle arıza verdi haliyle.

Salonda koltukta yatıyorum.. Aldığım ilaçlar yanımdaki sephanın üzerinde..

Karım, çay getirirken bir bana bir de kutuları yarıya inmiş ilaçlara baktı..

“İster misin, bu ilaçlar bayramın ortasında bitsin! İlaçsız kalalım” dedi.

Duymamış gibi yaptım! Kendimi koltuğun sırtlığına doğru çevirdim..

“Çayı bırak sonra içerim!” dedim..


 

 

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir