Lomboz 1 Mayıs 2020

TIBBI DA ÇÖZDÜK ELHAMDÜLİLLAH!

Bilim diyor ki “öğrenmenin %70’i motivasyondur.”

Okul, öğretmen, kitap, çevre koşulları, şu bu, kalan %30’un içerisindedir.

Misal, sen bir dili öğreneceğim diye kendini yeteri kadar güçlü motive et.
Gerisi, az buçuk malzeme, emek ve zaman..
“Abi bu İngilizce bana çok zor geliyor!” diyene,
İngiliz’in “delisi” kadar kafan çalışmıyor mu? derim!
Çünkü yeteri kadar tekrar edersen öğrenmekten başka şansın yoktur!
Eksik olan güçlü motivasyondur. Güçlü motivasyon her şeyi %70 çözmeni sağlar.
Diğer 30’u da o motivasyon sana bulup tamamlatır!.

Korona meselesinde güçlü motivasyonumuz “petka korkusu”dur!..
Hayatta, bundan daha güçlü bir motivasyon olabilir mi?

İşte bu motivasyondur ki, tıbbi terminolojiyi bile çözdürür adama!

Tıbbi terminoloji meselesi enteresandır.

Genel olarak sanıldığı gibi doktorlar kasıtlı olarak anlaşılmaz bir dille konuşmazlar.

Aksine, onlar söylediklerini, senin çok iyi anladığını sanırlar.

Çünkü doktorun yirmi yıldır, otuz yıldır konuştuğu dil odur. Evde çocuğunu bile Latince fırçalar!..

“Yapma şunu dedim oğlum! Senin Kranyumunda fissür mü var?

Kendimden biliyorum. Ben, üniversiteden mezun olduğumda, Latince hücre çekirdeği anlamına gelen “nükleus” kelimesini. simitçilerin dahi bildiğini, Mahmutpaşa Yokuşu’ndaki hamalların kendi aralarındaki küfürlerde bile bir fantezi objesi olarak hoyratça kullandıklarını sanırdım!

Çünkü, altı yıl boyunca, her günüm, hücredeki genetik malzemeyi çevreleyen bu yapı ile o kadar içli dışlı geçmişti ki beynimde böyle bir düşünce kalıbı oluşmaması zaten saçma olurdu!..

Gerçeği, disiplin dışında bir iş yaşamım olduğunda anladım.
Nükleusu; çevremde liseden biyolojisi güçlü bir kaç kişi dışında kimsenin bilmediğini gördüm!
Şok oldum!

Her semptoma Latince bir isim koyan dünya akademik entelijansiyası, bu dil empatisi sıkıntılı duruma henüz bir isim koymamıştır. Çünkü bu durumun farkında bile değildir.

Zavallı doktor ne bilsin! Mezun olmuş, otuz yıl geçmiş hala o literatürün içinde. O dilin kent merkezinde yaşıyor. Vilayetin hemen arkası!

Doktora gidersin. Muayene biter, masasına geçer. Bilgisayara bir şeyler girmeye başlar. Reçeteye davranır.. Yazar yazar..

Merak ya, araya girip sorarsın!.. “Doktor bey, neyim var acaba?”

Reçeteye mührünü basarken gözlüğünün üzerinden yarım saniyelik bir boş bakış atar:

“Aortik valf replasmanına bağlı kronik renal yetmezlik var. İlaçlarınızı yazdım. Düzenli kullanın. Üç ay sonra tekrar gelin!”

“Yani?” dersin..

“Yani, iskemik, miyokardik bir sorun!.. Takip edeceğiz!..

Yani adeta şöyle hissettirir:
“Bu benimle ilgili bir husus değil, doktorun şahsi meselesi!.. Takip edecek işte!. Ne soruyorsun ki?”
Çıkarsın odadan.

Karın, kocan, yanında gelen her kim ise sorar!

“Ne dedi!”

Elindeki reçeteyle havada yarım daireler çizerek, çok anlamış gibi cevap verirsin:

“Ne diyecek, temassızlık varmış! Üç ay sonra yine gel dedi!”

Oysa şimdi aynı sen, güçlü motivasyon ve yeterli zaman sayesinde, ‘entübasyon’dan ‘filyasyon’a, PCR’dan ventilasyon’a, her şeyi biliyorsun.

Tak! desem, N95 maske diyorsun!
“Pik!”desem, daha var! diyorsun!

Az şey değil! Bilim öğreniyorsun!
Motivasyonun petka korkusu!

Kıymetini bil!

 

——–

 

AŞI SAVAŞLARI

Çeşitli ülkelerin yönetimlerinden ve konuyla ilgili önemli önemsiz kurumlarından gelen işaret fişekleri bize gösteriyor ki 2020’yi korona ile, 2021’i ise irili ufaklı ülkeler ve ilgili karteller arasında “aşı savaşları” ile geçireceğiz.

Hem de ne savaş!.. Araziden kafatası çatırtıları ve kemik sesleri gelecek!

Eskiler demiş: ”Bir musibet, bin nasihatten evladır!” diye..

Musibetin dik alasını da gördük ama ne çare!

Kazanma isteği normaldir.

Ama ‘aşırı kazanma hırsı’ yaratan bir genin, bir mutasyon sonucu bazı insanlar tarafından taşınan bir genetik anomali olabileceğini ciddi ciddi düşünmeye başladım!

Bu insanoğlu, koronanın genlerini doğadan kazısa bile kendi bünyesindeki bu aşırı kazanma hırsı genini makul bir mutasyonla yok edemediği sürece adam olmaz!

Ool-maaz!

Lanet olsun dostum!

——–

 

FAKİRİMİ ÇALDIRMAM!

Neoliberaller ikiye ayrılır.

Akıllı neoliberaller. Akılsız neoliberaller!..

Akıllı neoliberaller yakınlarını zengin ederler. Fakat seçmen kitlelerini nispeten diri tutarlar. Onları açlık sınırının bir kuple üzerinde konumlandırarak, konum kaybetme korkularını körüklerler. Oylarını bu korkuyla devşirirler. Akıllı neoliberallerin dünyasında sömürüyle birlikte olsa da, üretim ve tüketim devam eder.

 

Akılsız neoliberaller de yakınlarını zengin ederler ama geniş seçmen kitlelerini daha diplere gömerler! Onları açlık sınırının iyice altına iterler. Üretimlerini bitirir, kentli, köylü garibanların zihinlerini aç kalma korkusu ile gelecek korkusu ile yakıp kavururlar.

Sonra onlara minik minik yardımlarda bulunurlar.
Onları, fiziksel olarak bu minik yardımlar ile ruhsal ve ideolojik olarak da siyasal-din ve çeşitli türden mikro milliyetçilik efsaneleri ile kendilerine bağlarlar.
“Bu yardımlar da kesilirse ne yaparız!” paniği ile bu bağın sıkılaşmasını sağlarlar.

“Yahu bu pek akılsızca gibi görünmüyor!” diyenler olabilir!
Bu neoliberal kesimin, “akılsız” payesini hakeden tarafı, yaptıkları işin sürdürülebilir olmamasından kaynaklanmaktadır.
Yani, önünde sonunda sistem patlar!. Yakalanırlarsa perişan olurlar!

 

Devam edelim;

Kendileri zenginleşen akılsız neoliberallerin besini, fakirlerdir. İktidarlarının payandası geniş “muhtaç” kesimidir.

Ayakta kalmalarını, yarattıkları fakirlere, muhtaçlara borçludurlar.

Neden fakirleştirirler? Çünkü orta sınıfı itaat ettiremezsin. Orta sınıf ile işbirliği yapabilirsin.

Oysa fakir, muhtaç, itaat eder!..

 

Fakir derken, yanlış anlaşılmasın! Fakir yaratmak öyle kolay iş değildir.
Bir adamı zenginleştirmek kolaydır. Ama fakirleştirmek güç, emek ve zaman ister.
Fabrikalarını kapatacaksın, tarlalarını ektirmeyeceksin, ürünlerini satın almayacaksın!.. İşsiz, aşsız bırakacak, kuru soğana muhtaç hale getireceksin ve bütün bunları da onlara çaktırmadan, hatta onları kurtarmak istiyormuş gibi görünerek yapacaksın!
Kolay değil!

Zor ve meşakkatli bir iş!

Sonra efendim birileri gelecek! Bunca emek verip, zaman harcayıp, alınteri, göz nuru dökerek yarattığın fakir havuzunu, senelerce ilmek ilmek oluşturduğun muhtaç deposunu, bir seçimi ucu ucuna kazandım diye senden çalmaya kalkacak!..

Muhalefetin; Türkiye’nin nüfus olarak yüzde 45’ini barındıran, ekonomi olarak da gelirin yüzde 70’ini üreten, hatırı sayılır bir etki alanının, yerel yönetimini kazanmasından sonra işin buraya geleceği belliydi.

 

Misal, İmamoğlu diyor ki: “Belediyenin nakit destek verdiği 200 bin İstanbullu hemşerimiz vardı. Buna 30 bin de yeni eklenen var. Etti 230 bin…”

Yani ‘beyefendinin’ gözünün içine baka baka demek istiyor ki;
“Senin, senelerce uğraşıp, didinip, binbir cefa ile oluşturduğun fakir deryasından, 200 bin fakiri götürdüm. Üstüne 30 bin de ben ekledim! Şimdilik Allah bereket versin!.. Ama hepsini alacam!”

Cumhur İttifakı cephesi, İstanbul’da, Ankara’da, Mersin’de Adana’da, şurada, burada, bizzat oluşturdukları, “şahsımın fakirlerinin”, rakipler tarafından çuval çuval çalındıklarını görünce zıp zıp zıplıyor!

“Abi! Fakirlerimizi çalıyorlar!”

“Abi! Bizim fakirleri götürüyorlar!”

E, adamlar boş duracak değiller ya!

Karşılık olarak, yardım hesapları bloke ediliyor! Aş evleri bağış hesapları kapatılıyor, koli dağıtımı yasaklanıyor. Ekmek dağıtanlar tutuklanıyor!

Sonra berikilerde bir feryat figan!..
“Bize yardım yaptırmıyorlar!”

Yok yaa!

Sana öyle hazır fakiri yedirirler mi!..

——–

 

BU ABDESTLE BURAYA KADAR!

Unutmayalım..

Koronaya yakalandığımızda derin bir ekonomik krizin içerisindeydik.

Hazırlıklarımıza bakarsak, çıktığımızda krizin bizi, daha da derinleşerek karşılayacağını görmek için ekonomi cini olmaya gerek yok!

Durumun çok iyi analiz edilmesi ve gereken hazırlıkların yapılması bu derinliğin etkisini azaltabilirdi.. Yapılmıyor. Zaten yapılamaz da!

 

Oysa, global ekonominin ortaya saçtığı nakit global varlık, kısa bir gelecekte, kıyısına inme yeteneği olan herkesin sebepleneceği bir ırmak haline gelmeye hazır.

Bunun için de bütün bu hesapları iyi bilen, dinamik, yetenekli, tarzı üretime yönelik olan ve dünya kamuoyu ve piyasalarıyla barışık, demokratik bir iktidar yapısının, güvenilir bir yargı düzeninin yönetimde olması gerekiyor.

Peki durum öyle mi?

Ne gezer!

Değiştirmeye yönelik bir çaba var mı?

Sizce var mı?

Bütün bu başlıklarda, uzunca bir süredir tam bir sınıfta kalmışlık durumu var. Son kurtarma yazılısının da tarihi maalesef geçti.

Aman bunları şöyle yapın, aman bunları böyle yapmayın şeklindeki uyarıların ve isteklerin artık hiç bir anlamı yok!..

Ülkenin geleceğine çok net bir şekilde tıkaç olmuş bu iktidardan yapması istenebilecek tek şey var!

Bırakıp gitmeleri!

Hem de yarın bile değil!
Hemen!..

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir