LOMBOZ 10 Nisan Cuma

10 Nisan CUMA  LOMBOZ

KORONA PARANOYA-2

Top sakal bıraktım evde problem çıktı

Korona yüzünden kendimizi eve kitledikten sonra yani diğer bir deyişle, yaşımız tutmasına rağmen dışarı çıkma olayı ile ilgimizi kestikten sonra hayatımızda hızlı bir biçimde bir şeyler değişmeye başladı.
Sanki eskiden yani korona öncesi kahvehane, kafeterya müptelasıymışız da her gün masa masa gezermişiz gibi bizde garip bir kahvehane özlemi ortaya çıktı.

Uzun lafın kısası, bu saikle evi kahvehaneye çevirdik!
Her şeyi unuttuk, gece gündüz okey oynuyoruz.. Hem de nasıl bir rekabet!
Meğerse aramızda öyle bir ‘okey husumeti’ varmış ki, gizlemişiz, iç gerçekliğimizin diplerine bastırmışız, dış gerçekliğimize çaktırmamışız.

Bunu korona sayesinde yirmi günde anlamış olduk.

Hayır dördüncü de yok birader!. Üç kişiyiz..

Karım, kızım ve ben!

Önceki gece, saat üç buçukta ben çift okey dönerken çat diye ıskatamı devirip açan kızımın sandalyesini tekmeleyince karım ayağa kalktı!
Elinin ayasını masaya vurdu!..”Üç gün okey iptal!.. Üç gün oynamıyoruz” diye sert ve kararlı bir protesto çekti!

“Sen oynamazsan oynama, başka üçüncü buluruz!”

diyecek halimiz yok..
Çünkü malüm, etrafta belirsiz bir süre başka üçüncü yok..

“Toplayın taşları!” diye tavrını cilaladı..
Benim de tersim pis ama baktım gerginlik çıkacak! Ses çıkarmadan taşları topladım!
Ben taşları toplarken, kızım da: ”pasif agresif!” diye garip bir terminolojiyle çemkirdi.

Yanımdan geçerken: “Hem sandalyeyi tekmeliyorsun, hem de şıkır şıkır taşları topluyorsun!” gibi bir şeyler söyledi ya teşbihi küllüm anlamadım!.
Bu gençler bir garip konuşuyor zaten!

Berber filan yok!..

Bir süre herkes kendinin berberi..

Fatih Altaylı, kendi saçını tıraş etmeye kalkmış. Olmamış tabi!. İnsan kendi saçını tıraş edebilir mi?
Kendisi anlattı..Bir miktar çabalamış, beceremeyince karısı müdahale etmiş, kadıncağız biraz düzeltmiş ama vasat o kadar bozulmuş ki, bir tarafı nadasa bırakılmış, yanlara yonca ekilmiş tarla gibi bir şey olmuş.
Sıkıysa berber bul da düzelttir. Misal, duayen köşe yazarlarımızdan Rauf abi, (Tamer) eve berber çağırmış. Korona kapmış. Şimdi hastanede.. Allah şifa versin..
Bir süre böyle gidecek mecbur!
Ben saç tıraşı konusunda bu dönemin en şanslılarındanım.
Çünkü saçım yok!

Fakat sakalım var. Alışmışım da her gün tıraş olmaya..  “Evde kal, hayatta kal!” hadisesinden sonra bir süre yine alışkanlıkla her gün tıraş oldum.

Sonra bir gün, tıraş olmak üzere aynanın karşısına geçtiğimde kendi kendime düşündüm!. “Yahu, iki günde bir gittiğim aynı market dışında dışarı bir yere çıkmıyorum ki, bu yalan dünyada bu çaba ne?”

Vazgeçtim tıraştan..

Üç dört gün sakal tıraşı olmadım.

Olmadım ama cildim alışkın da değil.. Boğazımın yaka yerleri kaşınmaya başladı..

Ha bire elim boğazımda!
Uzmanlar, elinizi başınızın hiç bir yerine değdirmeyin dedikçe ben elimi boğazımda yakalıyorum. Tamam evdeyim, her yer kırklanmış, virüs yok!.. Ama ya varsa?..

Gittim banyoya, yüzümü köpükledim. Vakitten bol bir şey yok nasılsa!

Eğlene, oyalana kendime güzel bir top sakal yaptım..
Boğazım rahatladı.. Hem de kaşıntı kesilince elimi yüzüme götürme frekansım azaldı.
Evde de kimse farketmedi.
Artık her sabah hızlıca top sakalın etrafını alıyorum. Otuz saniye sürmüyor..
Böylece profesörlerin, edebiyatçıların, ressamların top sakal sırrını keşfettim!.

Tamamen tembellik tabanlı!

Yüzü tam tıraş edersen ortalama beş dakika sürüyor. Oysa top sakalın etrafı otuz saniye!..

Bu adamların en cimri oldukları şey zaman!..

Bende ise zaman bol ama, dedim ya bu korona hapsi insanın huylarını da mutasyona uğratıyor.   Yeni huylar, yeni alışkanlıklar, yeni müptelalıklar..

Her gün yarım saat tıraş olan ben topsakalı çevirmeyi yirmi saniyeye indirme rekorları deniyorum!

Çok geçmeden top sakalımı karım farketti!
Korona’dan beri odaları ayırdık!.. Okey’de de taş çalıyor muyum diye elime bakmaktan yüzüme de bakmamış demek ki:
“Dur bakayım!.. Bu nedir ayol?”

“Ne nedir?”

“Top sakal mı bıraktın sen?”

“Evet, beğenmedin mi?”

“Saçmalama! Hemen kesiyorsun!”
Üstelik kızım da ona katıldı..
Çok inatçıyımdır!  Sebebini sorgulamadan, hele de kendi bedenim üzerindeki bir tasarrufa asla razı olmam!..

Elbette, derhal karşı çıktım!
”Hayatım, sence Emre Kongar’ın bir bildiği yok mudur?
Hulki Cevizoğlu felsefe doktorası yapmış adam!
Hadi Ergün Penbe’nin de mi bir hatırı yok!” gibi bir şeyler söylediysem de red cephesini yıkamadım.

Gerekçeli karaları kuvvetliydi:
Dışarı çıktığımda virüs top sakala yapışırmış. Saçımın olmaması bir avantaj iken, nasıl sakal bırakarak bu avantajımı dezavantaja çevirmeyi düşünebilir mişim?!

Bu ısrardan yarım saat sonra kestik top sakalı!..

Kırk beş dakika sonra da marketteydim!
Alacaklarımı aldım.. Kasaya geldim. Kasada kasiyerden başka kimse yok!

“Recep, bende bir değişiklik farkettin mi?” diye sordum.
“Ne gibi abi?” diye soruma soruyla karşılık verdi.

”Olm! Top sakalımı kestim, farketmedin mi karım bile farketti?” diye çıkıştım..

”Nasıl fark edeyim abi, hep maskeyle geliyorsun!” deyince sesimi çıkarmadan kart şifremi girdim. Kapıdan çıkarken kendi kendime söylendim:

“Hay koronası batsın!”

——-

OYTUN HOCA’YI YEDİRMEM

yaptığın işi iyi anlatabilmek için sadece iyi anlatma yeteneğine sahip olman yetmiyor. Basit bir özelliğe daha sahip olman gerekiyor..

İşini de, iyi bileceksin!

İşini iyi bilmezsen, istediğin kadar anlatma yeteneğin olsun..
Ne söylediğini önce kendin anlamazsın, sonra da kimse anlamaz!..

Fizyoloji Uzmanı, Deneysel Tıp Bilimleri Doçenti Oytun Erbaş, dinleyeni kavrayan bir anlatma, bir sahne kullanma yeteneğine sahip olmakla birlikte, kendi alanında çok derinleşmiş bilgi ve deneyim biriktirmiş genç bir bilim adamı.. Kendisini ”fareci doktor” diye adlandıracak kadar da egosuz.
Sahne gösterisine çevirdiği tıbbi bilgilendirme seansları oldukça yoğun ilgi görünce televizyonlarda yıldızı parladı. Öğrencilere yönelik sunumları Youtube’da izlenme rekorları kırdı.
Toplum tarafından bilinmesi gereken temel tıbbi bilgilerin topluma aktarılmasında kendine özgü bir model geliştirerek özellikle de bu konulara mesafeli duran gençlerin ilgisini çekmeye başladı.

Bir toplumda bu tür, bilime teşvik edici fenomenlerin çıkması aslında o toplumun şansıdır. Zorla, eğitimle, parayla olacak iş değildir çünkü.
Toplumun aklı erenleri, bu fırsatı doğru değerlendirip onu iyi kullanırlarsa, o motivasyondan etkilenerek kendi yolunu seçebilen bir çok yeni bilim adamına sahip olmanın kapısını aralamış olurlar.
Ama nerdee?

Birisi, bir alanda iyi bir şeyler yapmaya başlayınca; özellikle de onunla aynı kulvarda yer alıp, hatta benzeri bilgi ve donanıma sahip olup, fakat onun sergilediği türde bir performans sergileyemeyen bazı kimselerde bir stres birikimi başlar.  Sayıları çok değilse de yeteri kadar vardır bunlardan!

Ufak tefek hatalar aranmaya, açık yakalanmaya çalışılır. Bulunduğunda da hata devleştirilir ve ikon yıkılmaya gayret edilir.

Oytun Erbaş, koronanın ilk günlerinde bir laf etti. Bir anda önce sosyal medyada belirli çevrelerce ipe çekildi. Sonra adı verilmeden, ama dillendirdiği hipoteze atıf ile “mass” kanallarda ekrana çıkan bilim adamlarının, neredeyse üçte birinin linçine maruz kaldı.
Aynı linç, daha önce haftada bir konuk olduğu bu kanallar tarafından da sessiz kalınarak sürdürüldü.
O günden beri onu aynı kanallarda göremedik.

Ne demişti?
Koronanın o günlerdeki coğrafik dağılımından yola çıkarak, “Korona bazı genleri taşıyanlara bulaşmıyor olabilir, bu genler de Türklerde bulunuyor olabilir!” demiş, ve eklemişti:

“Bu benim hipotezim.. Doğru çıkmayabilir de!”

Deneysel tıp alanındaki bir bilim adamının, es kaza bir hipotezini ilan etmesinin, yani bir anlamda sesli düşünmesinin, özellikle de onunla aynı disiplinden başka bilim adamları tarafından bu denli bir linçe payanda edilmesi biraz manidar değil mi?

Bu durum bana, Oytun Erbaş’ın değil de, ona bunu reva görenlerin bir sorunu olduğunu daha fazla düşündürüyor.
Kaldı ki, hipotezdir. Doğruluğuna dair henüz bir çalışma yoktur.

Peki yanlış olduğuna dair bir “peypır”ı var mı?
Birilerinin elinde, kimin hangi geni taşıdığının bir listesi mi var?
——

 

EN İYİ STRATEJİ BU MUDUR?

Şaşırıyorum!

Dünyada, korona krizine karşı en iyi stratejiyi biz uygulamışız!

Uygulamalara bakıyorum. Hiç öyle görünmüyor..
Diyorum ki, tamam! Bu tür salgınlarda toplumsal moral önemli. Moraller diri kalsın diye böyle açıklamalar yapıyoruz!…

İyi de biraz da inandırıcı olmak gerekmez mi?

Bir bilim kurulu oluşturulması dışında, insanların uzun erimli bir strateji oluşturduğumuza inanmasını sağlayacak, sözden başka rasyonel bir model ortaya koyabilmiş miyiz?

Olumlu ve doğru yaptıklarımız yok mu? Var tabi!
Ama bizim görevimiz eksik olanın altını çizmek ise ortalıkta basit öngörülerin bile hesap edilemediği, geri adımlarla dolu bir serinin yürütülmüş olduğuna dair bir sürü kanıt var!

Önce, her ne kadar süreç “dut pekmezine” vurgu yapılarak erken başlamış bir farkındalık ile başlamış olsa da, içinde uçak bileti KDV’si indirimi, kampanyalı konut kredisi gibi konu ile ilgisi olmayan maddelerin yer aldığı bir destek paketi açıklamışız!..
İşi bilenlerin “test test test!” diye hançerelerini paralamasına rağmen, uzunca bir süre elimizde olan test imkanlarını doğru ve hızlı biçimde satıha yayamayıp, değerli zamanı sadece bir iki laboratuvardan ne zaman geleceği belli olmayan sonuçları bekleyerek geçirmişiz.
Bu mudur en iyi strateji?

Suudi Arabistan’ın 28 Şubat’ta durumu farkedip Kabe’yi ziyarete kapatmış olmasına rağmen, dünyanın her yerinden gelmiş ve birbirini hızla enfekte eden insanların bulunduğu bir ortamdaki en az 35 bin ümreciyi, hızla geri çekmemişiz, çekememişiz. Geri dönenleri önce hiçbir engel koymadan memleketlerine göndermişiz. Son on bin ümrecide uyanıp, onlara da  hiç bir test yapmadan, yetersiz izolasyon koşulları yaratmadan, sadece ismi karantina olan yurtlarda, birbirleri ile temas halinde bırakmışız.. Sürecin en önemli bulaştırma faaliyetine izin vermişiz!
Bu mudur en iyi strateji?

Ardından altmış beş yaş üstüne sokağa çıkma yasağı getirmiş, sonra da git PTT’den yardım paranı al demişiz. İzdiham olmuş! Ne izolasyon kalmış, ne sosyal mesafe! İş işten geçtikten sonra,  “aman sen evinden çıkma, paranı ben evine getireyim!” deme noktasına dönmüşüz.
Bu mudur en iyi strateji?

Sonra, yirmi yaş altına da sokağa çıkma yasağı getirmişiz. Bir kaç gün sonra hata ettiğimizi anlayıp işe gidenler yirmi yaşın altında da olsa sokağa çıkabilir demişiz..

Elimizde verisi, istatistiği, kaydı, kuydu bulunmasına rağmen yirmi yaş altında, çalışan bir buçuk milyon gencin varlığını bile hesaba katmayı becerememişiz!
Bu mudur en iyi strateji?

“Maske takmak mecburi!” deyip, en yetkili ağızdan, devletin uygun fiyata maske satacağını ilan etmişiz. Bazı belediyeler maskeyi bedava dağıtmaya başlayınca, bunu “gol yemek” olarak addettiğimizden olsa gerek,  PTT sitesindeki form başvurusu üzerinden, maskeleri biz de bedava veriyoruz demiş, geri adım atmışız.

PTT’nin, bu işin altından kalkamayacağı anlaşılınca maskeyi, e-devlet üzerinden başvuranlara göndereceğiz diye tekrar tornistan yapmışız.
Sonra “Kimse parayla maske satamaz, marketler de bedava dağıtacak!” diye marketlere ferman çıkartmışız. Marketler, daha önceden -iyi para ödeyerek- aldıkları ellerindeki maskeleri alel acele, aldıkları yerlere geri verme faaliyetine giriştiğinden oralarda da ne paralı ne de parasız maske bulunmaz hale gelmiş!
En iyi strateji bu mudur?

Korona’dan üç gün önce ”Dünyanın milli gelirine oranla en birinci sosyal dayanışma harcaması yapan ülkesiyiz! Biz birinci, Amerika ikinci” diye babalanmışız. Sıra korona nedeniyle işini yapamayan, parasız, çaresiz kalan vatandaşa destek açıklamaya gelince, Amerika’nın önünden bile geçememişiz. Japonya’nın yetmişte biri, Almanya’nın altmışta biri kadar mali destek açıklamışız!

Üstüne üstlük, yapacağımız ilave yardımı da vatandaştan bağış olarak toplamaya kalkmışız!  Bir haftada zar zor bir buçuk milyar lira (Bindiğimiz özel uçağın fiyatının üçte biri kadar) bağış toplayabilmişiz. Bu arada bizden önce bağış toplamaya kalkışan belediyelerin hesaplarını, ola ki, bağış toplamada bizi geçerler, bağış rakamı bir referandum gibi algılanır diye düşündüğümüzden olsa gerek, bloke etmişiz.

Bu mudur en iyi strateji?


‘Bir saatin’ bile değerli olduğu bir zaman yarışında, sahra hastanesi diye hançeresini paralayanlara bir ay kulak asmamış, hızla yapılabilecek ve bu gün yaşanan soruna pratik çözüm olabilecek yerlere itiraz etmişiz.. Sonra “tamam yapalım!” deyip, 45 gün sonra biteceğini açıklayarak, projeyi ihalesiz, şartnamesiz, sarayımızın inşaatçısına havale etmişiz! Neden daha pratik, daha ekonomik olanı değil de, salgının pik noktasına yetişmeyeceği belli olan bu projeyi tercih ettiğimizi soranlara, “ileride de işimize yarayacak bir yatırım olsun istedik!” diye açıklama yapmışız.
Bu mudur en iyi strateji?

Bunları böyle yapıp da, moral olsun diye “Dünyadaki en iyi stratejiyi biz uyguluyoruz!” sözünü, her gün yüz kere, bin kere söylesek, bize kim inanır?

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir