LOMBOZ 10 Mart 2023


Siyasette Zigzag Mübah mı?

Siyasetin tutarsız salınımlar yaptığı dönemlerde, hem yorumcuların hem de siyasetçilerin ağzından, matah bir siyaset felsefesiymiş gibi aynı cümleleri işitiyoruz:

“Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir” 

“Siyasette dün dündür, bugün bugündür!” 

Bu cümlelerin tercümesi şudur:
“Bugün söylediklerimin yarın tam tersini yapabilirim. Ben güvenilmez bir adamım! Her an zigzaglar yapma potansiyeline sahibim!”

Devamını Oku

Kılıçdaroğlu’na, kimler, neden karşı?!


Kılıçdaroğlu’na kimler karşı?

Kılıçdaroğlu’nun “Beşli çete” diye isimlendirdiği ve 2002 yılından bu yana 191 kez değiştirilen kamu ihale yasaları sayesinde “malı götürdüğünü” iddia ettiği ticari zevatın, Kılıçdaroğlu’na gösterdiği sert direnci anlamak kolay!


Onların sağlam gerekçeleri var!
Mal mülk, para pul meselesi…

Devamını Oku

LOMBOZ 3 MART 2023

Spora siyaset bulaşmasın!
Tribünlerden “hükümet istifa” sloganları yükselince, sloganın muhatapları “Spora siyaset bulaşmasın!” itirazları ile zıplayarak yeri göğü inlettiler.

Kulüpler Birliği derhal aynı minvalde bir açıklama yaparak web sitesine “Spora siyaset bulaşmasın!” diye manifesto yazdı. 

Devamını Oku

LOMBOZ 24 ŞUBAT 2023


Sakal

Kendi ifadesiyle; sigorta poliçesi basan “Oki yazıcının” sesini, hint bülbülü sesi dinlermişcesine huşu içinde dinleyebilme yeteneğine sahip ender kişilerden biri olan Sayın İçişleri Bakanımızın üç hali var:


Onu takım elbiseli, kravatlı ve sinek kaydı traşlı gördüğümüzde her şeyin, yolunda olduğunu anlıyoruz. 

Hele aynı anda muhalefet cenahından birine, nev-i şahsına münhasır bir üslup ile verip veriştiriyorsa anlıyoruz ki asayiş berkemal, ortalık sütliman!.. 

Buna mukabil, kendisini sarı çizmeli olarak gördüğümüzde anlıyoruz ki; 

ya Karadeniz civarında bir yerlerde sel var; 

ya da allah muhafaza, Bordum, Muğla, Marmaris hattında ciddi bir orman yangını var.


Sayın Bakanımızı kirli sakallı gördüğümüzde ise anlıyoruz ki durum daha ciddi.
Memleket sathında bir yerlerde deprem var!

Hele Sağlık Bakanımızı da aynı şekilde kirli sakallı görüyorsak anlıyoruz ki deprem çok büyük!


Çünkü onu, Dünya Sağlık Örgütüne göre 300 bin vatandaşımızın hayatını kaybettiği pandemi döneminde bile tek bir gün traşsız görmemişiz.

Ama hemen enseyi karartmayın:

Şuraya dikkatinizi çekmek isterim!

Evet, felaket büyük olabilir, ama altından kalkma konusunda asla umutsuz değiliz!


Bunu nereden anlıyoruz?

Çünkü Sayın Cumhurbaşkanımız henüz sakallı değil!. 

Allah muhafaza, Sayın Cumhurbaşkanımızı da sakallı görürsek yandı gülüm keten helva!

Anlayın ki durum vahim!

Neyse ki içimiz rahat.
Sayın Cumhurbaşkanımız henüz sakallı değil. 

Daha önceleri nerelerdeydiniz?

Deprem olunca devlet de vatandaş gibi korkuyla ürperir mi?

Normalde ürpermez!

Devlet soğukkanlı bir organizasyondur.
1- Sorunu belirler, analiz yapar, çözümü üretir.

2- Nelerin ne zaman nasıl yapılacağını, birçok farklı uzmanın kafa kafaya vererek netleştirdiği detaylı bir planlama yapar. 

3- Bu planlama çerçevesinde. gereğini adım adım yaparak tedbirini alır.

Peki devletimiz bunu yapmış mı?

Kahramanmaraş depreminin hemen sonrasında, ani bir refleks hareketiyle İstanbul’da, 93 okulun boşaltılarak, alel acele öğrencilerinin başka okullarda eğitime alınması olayına bakacak olursak, yapmamış.

Anladık ki, birinci maddenin ilk adımı yani “sorunu belirleme” aşaması gerçekleşmiş lakin, belirlenen sorun dosyalara konulmuş, rafa kaldırılmış.
Sonrası sen sağ ben selamet!

Öyle olunca, deprem gerçeğinin dehşetli görüntüsü karşısında vatandaş nasıl ürpermişse devlet de öyle ürpermiş.
Niye ürpermiş?

Çünkü gereğini yapmamış.


Devlet ürperir mi?

İşte ürpermiş abisi!
Ürpermese, bekleyip bekleyip, depremin ertesi günü 93 okulu boşaltır mı?

 

 

 

Algı videosu

Hatırlarsınız, ilk iki gün deprem bölgelerine ulaşamayan afet yönetimi, bunu gerekçelendirmek için “Asrın Felaketi” başlıklı bir video yapmıştı.


Seslendirme sanatçısı: Morgan Freeman’ın ‘yerli ve milli’si Mazlum Kiper’e, belgesel tadında, şöyle bir metin okutmuşlardı:  

“Felaket çok büyüktü, o nedenle kaybımız da çok büyük. Hiçbir ülke bu büyüklükteki bir depreme dayanamaz. Yapacak bir şey yoktu!..”

Oysa Japonya, 7,6’lık birçok depremde hiç can kaybı yaşamamış, bina yıkılması, kolon çökmesi bir yana neredeyse cam kırılmamıştı.

Hatta 2011 yılındaki ‘depremlerin kıyameti’ büyüklüğündeki, 9.1’lik Honshu depreminde sadece 1475 kişi yaşamını kaybetmişti.
9,1’lik depremin 7,6 ya göre en az 50 kat daha güçlü olduğunu da hassaten not edelim.

Sonuçta, vatandaşlardan gelen yoğun tepki üzerine, İletişim Başkanlığı, bu ‘cin fikir’ algı videosunu geri çekmişti…

Halbuki:

“Evet felaket çok büyüktü. Bilim adamlarımız bizi çok önceden, nokta atışı uyardı. Biz de gereğini yaptık, binalarımızı güçlendirdik. Yıkılacak olanları yıktık.

Eskiden olsa en az 200 bin canımızı alacak bu büyük felaketi, can ve mal kaybı yaşamadan atlattık…” diye bir video yapsaydı kimse itiraz etmez, bırakın itirazı, bunu beceren afet yönetiminin ayakkabılarını yalarlardı. 

Tabi ki elleriyle!

 

Felsefe
Şu aralar kirli sakallı birinden şöyle felsefe dolu veciz bir söz bekliyorum..
“Depremden kurtulmak için tek kozumuz var, ona yakalanmamak!”

Kim olabilir ki?

TELE1’i kapatmak için geç kaldınız!
Ornitologlar bilir.
Bülbülün bir ötme mevsimi vardır.
Bülbül; hayatının belli bir döneminde, -işte tam da o ötme mevsiminde- başka bülbüllerin sesini duyarsa, yani başka bülbüllerden ses alırsa, destek alırsa ötmeye başlar.

Eğer ötme mevsiminde başka bülbül sesi duymazsa o bülbül artık hiç ötmez.

Ve bülbüle yapabileceğiniz en büyük kötülük budur.

Bülbülü tek başına kafese koyabilirsiniz.
Onu, tam da o ötme mevsiminde başka bülbüllerin sesini dinlemekten men edebilirsiniz. İşte o zaman bülbülün sesini, soluğunu kısmış olursunuz.

TELE1, ötme mevsiminde başka bülbüllerin sesini duymuş, ötmeyi öğrenmiştir.


Belki beş-on yıl önce, daha bülbül sesini tam duymazdan evvel, TELE1’i kapatabilirdiniz. 

Ama artık geçmiş olsun!

TELE1’i kapatamazsınız!


Demem o ki, arkasında, onun dürüstlüğüne, haberciliğine inanmış, ona para bağıyla değil gönül bağıyla bağlanmış milyonlarca izleyici oluşturmuş bir yayın organını gerçek anlamda kapatamazsınız.

Cebinden para harcayıp logo bastırarak, arabasının arkasına yapıştıracak kadar gönüldaş kitlesi oluşturmuş kanalı kapatatabilmeniz kabili mümkün değildir!
Çünkü artık o bir tv kanalı değil, misal, resimdeki gibi turuncu vosvosların sesi olmuştur.

Onlar ne yapar, ne eder o sese can verirler.

Bakın size dostça söylüyorum.
Boşuna uğraşmayın! 

Geç kaldınız!

Lisansını iptal etseniz, bütün kameralarını çalsanız, cümle camlarını çerçevelerini kırsanız bile TELE1’i kapatamazsınız!

Neden?


Çünkü bülbülün ötme mevsimi geçmiştir güzel kardeşim!
Artık bülbül ötmeyi öğrenmiştir.

 

 

LOMBOZ 17 ŞUBAT 2023


Samsun’da o karar şimdilik ertelendi

Kürtün Vadisi: Ankara yönünden Samsun’a girerken, Otogarı denize doğru geçer geçmez, hemen sağ tarafınızda kalan 1 milyon 600 bin metrekare büyüklüğünde, dere çevresi yeşil bir alan.

Samsun Merkez ile Atakum’un sınır bölgesinde, Kürtün deresinin suladığı, sert rüzgarlara kapalı olması nedeniyle 50 türün üzerinde meyve yetiştiği bilinen, Karadeniz’de, ama bölgeye aykırı, ılıman bir mikroklima, özel bir habitat.

AFAD raporlarında bile ‘heyelan bölgesi’ olduğu belirtilmiş. Yapılanma tehlikeli ve riskli olarak işaretlenmiş.

Deprem öncesi bu bölge için bir proje yapıldı. “Çatalarmut Rekreasyon Alanı Projesi”.
2016 yılında planlanan bu proje, otantik habitatın yok edilmemesi kaydıyla, Samsun için, zaten var olan bir yeşil alanı organize etmek anlamında makul bir proje olarak görülebilirdi.


Ancak nasıl olduysa, Aralık 2022’de yapılan imar değişikliği ile bu rekreasyon projesinin hemen çeperine 20 bin konutluk bir inşaat virüsü girdi.

Yerel basın, heyelan alanına yapılması planlanan bu rant uyanıklığına büyük tepki gösterdi. 
Başta Samsun Halk Gazetesi yazarları, Yener Cabbar, İsmail Başaran, Mehmet Aksoy ve Ragıp Göker olmak üzere bütün eli vicdanında insanların yoğun tepkisi üzerine projede öngörülen yapılaşma önce yatay mimariye çevrildi, sonra konut sayısı 20 binden 15 bine düşürüldü.
Ama ısrar devam etti.

Çoğunluğunu AKP’li üyelerin oluşturduğu Samsun Büyükşehir Belediye Meclisinde, tam da “asrın felaketinin” ilk günü; 6 Şubat’ta oylanması planlanan önergenin oylanma tarihi; -çok manidar olacağı hesap edilmiş olacak ki- 13 Şubat’a ertelendi.
13 Şubat’ta da yemeyince, bizzat AKP’li bir üyenin önerisiyle, ileri bir tarihte görüşülmek üzere buzdolabına konuldu.

Yani projeden vazgeçilmedi.
Tepkilerin ‘sünmesi’ için karar bir miktar ileri atıldı.
Sotada bekliyor!

Evet Samsun 1. derece deprem alanı değil. Ama bölge hem Kuzey Anadolu Fayına yeteri kadar yakın hem de bu proje bölgesi zaten heyelan bölgesi.

Yok edeceğiniz özel habitat bir yana, olası bir yakın depremde, hem dere alüvyonu ile oluşmuş düz alanda, hem de tescilli heyelan bölgesinde  yıkılmaya namzet yerleşim alanı için böylesine zorlama, nasıl bir ticari ihtirasın ürünü?
Kürtün Vadisine çok benzeyen “Malatya Bostanbaşı bölgesine dikilmiş modern binalara bu depremde ne olduğunu” araştırmaya üşenirseniz CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’ya bir telefon edin, anlatsın.

Yaşadığımız son faciadan sonra kimse, “Bize ne, artık alan da satan da gözünü açsın!” deme lüksüne sahip değil!
Yıkıldıktan sonra, yardıma koşmak zorunda kalacak olanlar sizlersiniz!
Yaraları sarmanın külfetine, maliyetine katlanacak olanlar sizlersiniz!.. 

Üstelik, AKP’li Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Demir’in bir mimar olduğunu biliyoruz.
Fazla söze ne hacet!

Zaman herşeyin ilacı 

Konu depremden açılmışken, Doğu Avrupa’nın en şahin iki Dışişleri Bakanı deprem nedeniyle, barış ve dostluk ve yardımlaşma havasında bir araya geldiler. 

Bizim Bakan, “Böyle.dostça bir araya gelmek için deprem beklemeyelim” dedi, öteki de “Bu sözlere imzamı atarım” diye tasdik etti.

Laf aramızda, ben size birşey söyleyeyim.

Arap levhası, Anadolu plakasını yılda 22 mm kuzeye ve batıya doğru itiyor.
Öte taraftan Afrika levhası da yukarı doğru benzer şekilde hareket halinde.

Ne demek bu? 

Şu demek!

Az bir sabredin. 

Yalnız, Bakan Nebati’nin dediği gibi altı ay değil de 65 milyon yıl bir gözünüzü yumun. Ne olacak?

İzmir ile Selanik birleşecek.
Ne 12 mil, ne 12 Adalar meselesi kalacak.

Ne Fır Hattı sorunu ne de Deniz Yetki Alanı hikayesi…

Arada Ege Denizi, Akdeniz kalmadığı için ne Mavi Vatan diye bir kızıl elmamız olacak ne de sınırlarımız ilelebet payidar kalacak. 

Yeterince zaman ortalıkta sorun bırakmayacak!

Her şeyin ilacı zaman…

Kızılay tanıtımı böyle mi yapılır?
Depremle birlikte televizyonlarda Kızılay reklamları dönüp durmaya başladı.

Böyle bir kurum, böyle bir zamanda televizyon reklamını ne düşünerek yapar?

Hiç eğip bükmeden söyleyelim:
Arazide; görülmesi gereken yerlerde görülemediğini düşündüğü için yapar.

Afet zamanı; Kızılayın reklam zamanı mıdır, icraat zamanı mıdır?


İcraatını doğru ve zamanında yapmış olan bir Kızılay’ın, afet bölgesinin her metrekaresinde yer alan yardım çadırlarının göğsüne nakşedilmiş ‘hilali ahmeri’ bütün kanalların, bütün görüntülerini kaplamaz mıydı?


Yani, ekranlarda öyle yer alamıyorsanız, böyle yer alacaksınız, öyle mi?

Hayır, böyle bir zamanda, böyle bir reklam kararını veren yöneticiyi uyaran, uyandıran, sosyal iletişimden anlayan tek bir yönetim kurulu üyesi de mi çıkmadı? 

Söyleyecek birşey yok!
Koskoca Kızılay’ı; tam da bu sırada bu reklamı yapmaya karar verebilen bir yönetici yönetiyorsa, Kızılay’ın hali ahvalinde bir gariplik aramanın anlamı da kalmıyor.
Bilmem, anlatabiliyor muyum?

 

Nerede bu devlet?
Depremin ilk 3 günü bütün yük, tıpkı pandemide olduğu gibi bölgede ayakta kalabilen az sayıda sağlık çalışanının omuzlarındaydı.

Hatay’da 6 hastanenin 5’i çöktü. Yarısı ayakta kalan tek hastane de, ağır yük altında ezildi kaldı. 

TTB web sitesinde, enkaz altında hayatını kaybeden 93 doktoru, isim isim açıkladı. Hem hastaneler hem doktorlar hem de sağlık çalışanları enkaz altındaydı. Hayatta ve ayakta kalanların sırtında kaldıramayacakları kadar bir ağırlık vardı. Asker paranoyası yüzünden devletin desteği gecikince, cefakar ve acılı insanların isyan duyguları ortaya çıkmaya başladı.


Adıyaman’da sağlık çalışanı kadın, Habertürk ekibinin canlı yayınında, “Bu kolonların altında her üst düzey yetkilinin kanı var! Cumhurbaşkanı gelsin buraya, yüzü yetiyorsa gelsin!” diye çığlık çığlığa bu isyanını dile getirdi. 

Sen misin isyan eden?


O güne kadar ortada görünmeyen devlet, hemen o akşam bu kadının evini buldu, kapısını çaldı. Polis eşliğinde savcılık tutanağı imzalatıldı..
Hani neredeyse, “Nezarethane yıkılmamış olsaydı görürdün sen!” dercesine, bu günlerce aletsiz, ilaçsız, insan kurtarma savaşı vermiş sağlık kahramanına ayar verildi, terörle bağlantısı sorgulandı!

Bu nasıl bir tölerans yoksunluğu?
Nasıl bir empatiden yoksun yönetme anlayışı, akıl alır gibi değil!


Deprem bölgesi dışındaki bir çok insan da, sağlık çalışanına yapılan bu muameleye isyan etti. 

Onlardan biri de, olaylara mizahçı gözlüğüyle bakma yeteneğine sahip, ismi bende bir yazar dostum Y.Ö.

İsyanını hicivle dile getirmiş.
Yukarıdaki çizimin fikri ona ait… 

Açılışı ben yapayım da…

Öyle bir zaman ki, 

Siyaset konuşulamıyor, seçim konuşulamıyor, EYT konuşulamıyor, tamam da; 

zamlar da konuşulamıyor.
Oysa etiketler yine her gün değişiyor. 

Kıymanın fiyatı son bir haftada yüzde otuz arttı.
Maydanoz birkaç günde 5 liradan yedi buçuk liraya çıktı.

İşçi, memur, emeklinin aldığı maaş yine her gün erimeyi sürdürüyor.


Deprem öyle canımızı yaktı ki her şey ikinci plana düştü.
Oysa hayat devam ediyor.

Hayatta kalan depremzedeler de bir süre sonra bu geçim girdabının içine girecek.

İnsanımızın bir kesimi varını yoğunu depremzedelerin yarasını sarmaya harcarken bir kesimi de bunu siyasi ve ticari fırsata dönüştürmeye çalışıyor.
Deprem bölgesi dışındaki yağmacılara da dikkat!..

LOMBOZ 3 Şubat 2023

Karikatüristini hapseden demokrasi şampiyonu ülke
Yıl 2007.
Vatan Gazetesinde, Mustafa Mutlu ile aynı köşeyi paylaşıyoruz.
O yazıyor, ben çiziyorum.
O sıra, ANAP’ın başında, Nesrin Nas’tan sonra başkan olmuş Erkan Mumcu var. 

Bildiğiniz gibi, 1983’de %45.14 ile gümbür gümbür iktidara gelen ANAP, Özal’dan sonra sert iniş yaparak, 2002’de  %5.11 ile meclis dışında kalınca başkanları daha hızlı değişmeye başlamıştı. 


Gazete’den çıktım. Taksiyle Şişli’den Beşiktaş’a iniyorum. Cep telefonum çaldı.
Karşıdaki ses, Efendim, telefonunuzu gazetenizden aldım. Ben Erkan Mumcu’nun özel kalemiyim. Erkan Bey sizinle görüşmek istiyor..” dedi.

Hoppala paşam, Malkara Keşan!
Türkiye’de bir siyasi figür, bir karikatürcüyü arıyorsa ortada bir sıkıntı var demektir.


O sıra ANAP’ın, Meclis’te fantastik bir ‘grup kurma’ mücadelesi var.
Ne demek bu?
Parti olarak, 20 milletvekiliniz varsa, ‘Meclis Grubu’ kurabiliyorsunuz, böylece mecliste grup toplantısı yapmaktan seçim harcırahına kadar, bazı özel statü ve olanaklara kavuşuyorsunuz. 

Hatırlayanlar teslim edecektir.
Erkan Mumcu, insanüstü bir gayretle ANAP’ın milletvekili sayısını 20’ye tamamlama savaşı veriyor ki öyle böyle değil..

Tam 20’yi buluyor, bir istifa, sayı yine 19’a iniyor.  Biraz kısmetsizlik de var ki, tam 20’yi bulduk açıklaması yapılıp Meclis’e başvuruluyor, bir kaza, bir kalp krizi bir vefat, sayı yine 19’a iniyor…
Bir Erkan Mumcu tamamlıyor, bir sayı eksiliyor!..

Olay dramatik.
Benim de ilgi odağıma oturmuş, karikatürcü olarak olup biteni merakla izliyorum. 


Ara ara, ANAP ile ilgili, Mesut Yılmaz’ı, Erkan Mumcu’yu, Mehmet Ağar’ı hicveden karikatürler çiziyorum.. 

En son bu eksilme – tamamlama durumunu ti’ye alan, o gün yayınlanan aşağıdaki karikatürü çizmişim. ‘Okey’e dördüncüyü en iyi Erkan Mumcu bulur’ karikatürü…

Erkan Mumcu’nun arama sebebi belli ki bu!

Telefon kulağımda, sıkıntılı bir ruh haliyle, Erkan Mumcu’nun bağlanmasını bekliyorum.
Zihnimi, kullanacağı üsluba uygun bir karşı ateşe hazırlamaktayım.

Birkaç saniye içinde Mumcu’nun sesi geldi.
“Bülent Bey merhaba, öncelikle size çok teşekkür ediyorum” diye yumuşak ve nazik bir tonla söze girdi.

Tabii benim gardım hala kapalı ve hala atağın sertleşmesini bekler durumdayım. Oysa o, kibar bir şekilde, başladığı gibi devam ediyor, edebi, felsefi cümleler kuruyor.

“Bir siyasetçinin” diyor, “bir karikatürcünün kalemine konu olması, karikatürcünün fırçasına dolanması, o siyasetçinin kamu nezdinde tescili anlamına gelir” diyor.. Anlamlı, derin sözler sarf ediyor…

Özellikle bir sağ siyasetçiden hiç beklemediğim bu tür cümleleri de duyunca gardımı gevşettim.
“Lütfen beni çizmeye devam edin. Her türlü eleştiriniz beni mutlu eder!” şeklindeki sözlerinden sonra karikatürü imzalı olarak almak istediğini de söyleyince bende yelkenler tamamen suya indi.

Adnan Kahveci’den sonra ilk kez, hakkında karikatür çizilen bir siyasinin, çizere teşekkür etmek için aradığına şahit olmuştum. Hatta Kahveci “O zaman ben de seni çizerim” demiş, benim karikatürümü çizmiş, onu da Çarşaf dergisindeki köşemde yayınlamıştım.

Mumcu ile bir daha hiç görüşmedik.
ANAP’ın başından da ayrılınca, hakkında çizecek bir şey kalmadı zaten.
Söylediği gibi “bir siyasetçi olarak artık ‘kamu nezdinde tescile’ ihtiyacı kalmamış olsa da” -siyaseti, yaptığı yapamadığı, bir yana- yıllar sonra onu, bir kâhil insan sıfatıyla anmama olanak sağlamış oldu.

Ömrü uzun olsun.

… 

Bu yazıyı ve Erkan Mumcu’nun bu olgun davranışını, sadece bugünün siyasilerinin değil, genç savcıların, yargıçların da kulağına mesel olsun diye yazıyorum.

Amerika’da yakın zamana kadar, en zenginler listesinin ilk on’u içerisinde üç karikatürist vardı. Türkiye’de ise sadece karikatür çizerek yaşamak ancak iki elin parmakları kadar karikatürcüye kısmet oldu. 

Bunlardan biri benim. 

Biri de meslektaşım Seyfi Şahin. 

Seyfi, yıllarca mizah dergilerinde karikatür çizmiş, Levent Kırca yazar ekibinde mizah yazmış, geçimini sadece karikatür çizerek, mizah üreterek sağlayan (şimdi biraz da sağlayamayan) ender karikatürcülerden biri.

Gırgır dergisinin son sayısında çizdiği bir karikatür nedeniyle yargılandı, davası yeni sonuçlandı ve bu hafta başı, 1 yıl 15 gün hapis cezasına mahkum olduğu tebliğ edildi..
Önümüzdeki hafta yatış için cezaevine teslim olacak.
Ne olacak, nasıl olacak o da bilmiyor…

Asıl tenakuz, her vesilede  ”demokrasi şampiyonu” olduğunu iddia eden bir ülkenin yargısının, tabanca, bıçak kullananları sokakta bırakırken, kalem, kağıt kullananları hapsetmeye çalışması.  


“Gaulle” kelimesinin fonetiği, Fransızca’da, ağaçtan meyve toplamak için kullanılan uzun sırığın (gauler) adını andırır. 

Charles de Gaulle ise, II. Dünya Savaşı öncesi savaş teorisyeni bir tuğgeneral, savaştan sonra da Fransa Cumhurbaşkanı olan 1,96 boyunda, soy ismiyle müsemma bir ünlü siyasetçinin adıdır.

General de Gaulle, bir savaş kahramanı olmasına rağmen, uzun burnu ve boyu ile Fransız karikatürcülerin acımasız esprilerinden kurtulamamıştır.  

Kadim dostum Hüseyin Şişman, gezi bloğunda  Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’den bir anekdot yayınlamış:
“General de Gaulle’ün Cumhurbaşkanlığı devam etmektedir.
1960’lı yıllar… O aralar siyasi mizah dergilerinde onun karikatürleri pek görünmez olur. De Gaulle danışmanlarına dert yanar, “Yahu karikatürlerim çıkmaz oldu, hayrola Fransızlar artık beni sevmiyor mu?“

Bütün siyasilerimiz olaya, Rahmetli Adnan Kahveci gibi, Erkan Mumcu gibi bakabilseydi, General de Gaulle gibi yaklaşabilseydi; kimse karikatürden, mizahtan, yazdığından, çizdiğinden, düşündüğünden gadre uğramasaydı, belki gerçekten de “demokrasi şampiyonu” olabilirdik!

Mizahçının ürettiği, toplumun sesinin yansısıdır.
Mizahçısına eziyet eden, allame olsa gelecekte iyi anılmaz!

Toplumsal vicdanın hizası

Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, Millet İttifakında liderliğin pozisyonunu tanımlarken “Toplumsal vicdanın hizasında durmak..” şeklinde bir cümle kurdu.

Aslında bu koalisyonun ve hatta bu koalisyon dışındaki koalisyonların da anahtar cümlesi bu.

Çok  kritik bir eşikteyiz ve vatandaşın kahir ekseriyesi durumun farkında. 

İşte “toplumsal vicdan”, bu farkındalık.

Bu hizada duramayan liderler gider, peşinden tek bir seçmen de götüremez..
Ona göre!


Avrupa’da kuranı kim yakıyor?

Avrupa’da Kur’an yakanlar “Atayizler” mi? 

Hayır!

Solcular mı?

Hayır! 

Komünistler mi? 

Hayır!

Şamanistler mi? 

Hayır!
Mütedeyyin hristiyanlar mı?

Hayır!

… 

Kimler Avrupa’da Kur’an’ı yakanlar?

Avrupa’nın hristiyan aşırı sağcıları…

Avrupa’nın siyasal dincileri…

Yani kime kızacağınıza iyi bakın!
Siyasal dinciler dünyanın her yerinde birbirine benzer!

 

 

Ne bilim!

Biz aya sert inişi düşüne duralım, Birleşik Arap Emirlikleri, ülkenin iki astronotundan biri olan 41 yaşındaki genç astronot Sultan al-Neyadi’yi, Space X’in Falcon 9 roketiyle, uzun süreli bir uzay yolculuğuna gönderiyor.

Al Neyadi, öyle form doldurup başvuru kurasıyla seçilmiş bir vatandaş değil. İngiltere’de Brighton Üniversitesinde Elektronik ve İletişim Teknolojileri Mühendisliği okumuş, Avustralya Griffith Universitesinde Data Teknolojileri alanında master yapmış bir asker bilim adamı.

Genç adam yıllardır çalışıyor yer çekimsiz ortamda alet kullanma deneyleri yapıyor. Oksijensiz ortamda yapacağı testlere hazırlanıyor. Başını yastığa koyduğunda sağ salim fırlatmayı atlatıp istasyona varabilecek miyim? Yanmadan atmosferi geçip geri gelebilecek miyim diye düşünüyor. 

Peki Birleşik Arap Emirlikleri sathında harıl harıl, astronotun, uzayda hangi deneyleri hangi bilimsel araştırmaları yapacağı, hangi projeler üzerinde çalışacağı, nasıl gidip döneceği mi tartışılıyor sanıyorsunuz? 

Tabii ki hayır!

Ne tartışılıyor? 

Bir bölümü Ramazan ayına gelen bu seyahat süresince Arap astronotun oruç tutup tutmayacağı tartışılıyor.

Standart uyum çalışmalarının ağır temposu altında canı burnuna gelmiş astronot, sonunda dayanamıyor, “tutmayacağım ulan! Orada saatte 28 bin km hızla dönüp duracağım.. Seferi sayılırım” diye cevap veriyor.

Ulema, “evet seferidir!” diyor. 

Tartışma kesiliyor!

Bilim mi dedin?

Nebilim!

LOMBOZ 20 OCAK 2023


Müjdat Gezen sahneyi bırakabilir mi?

Tam tarihini ve tüm detaylarını hatırlamıyorum.
Zülfü Livaneli ustanın, bu iktidarın ilk yıllarında, tüpçünün eline geçmezden önce VATAN gazetesinde yayınlanan, Adolf Hitler ve Charlie Chaplin arasındaki “sıcak savaşı” konu alan müthiş bir makalesini okumuştum. Hatta bir ara o makalenin bir bölümünü yine bu sütunlarda paylaşmıştım.


Makalede; 20. Yüzyıl’a damgasını vuran, aynı yaşlarda, aynı dönemde yaşamış, ufak tefek oluşları, badem bıyıklarıyla birbirine benzeyen, kitleleri etkileme yeteneği olan bu iki figürün tarihte bıraktıkları izden bahsediyordu Livaneli.

Şöyle anlatıyordu:
“Hitler, Şarlo’nun Almanya’ya girişine izin vermemiş, filmlerini yasaklatmıştı. 
Yakınlarına “O bir oyuncu değil, politikacı…” diyordu. Şarlo’nun Hitler hakkındaki yorumu ise şöyleydi: “Hitler çağımızın en büyük oyuncusu.” 


Politikayla oyunculuğu bir arada yürüten bu iki adamdan biri gücünün doruğunda, ülkeler zapteden bir ordunun komutanı, diğeri ise dünya halklarını güldüren bir 

palyaçoydu.


Hitler’in yıldırım orduları, SS’leri, savaş uçakları, gaz fırınları vardı. Hiç yıkılmayacak gibi görülen bir dünya düzeninin başında mağrur ve muzaffer duruyordu.

Şarlo’nun ise başı beladaydı. Filmleri yasaklanıyor, Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komisyonu onu Kışkırtıcılık ve provokatörlükle suçluyordu. Şarlo Komisyona bir telgraf çekmişti. “Evet! Ben bir kışkırtıcıyım, bir barış kışkırtıcısı!”

Livaneli, “Bugünden baktığımızda, geleceğe devredeceğimiz miras Şarlo denen o ufak tefek adamın varlığıyla onurlanıyor… 

Bu gün Şarlo’nun olağanüstü gücüyle Hitler’in zavallılığını yanyana getirebilir misiniz hiç?  İşte bu mucizeyi sağlayan şey insanoğlunun vicdanı.
İmparatorlukları, zulüm krallıklarını deviren mekanizma, insanın daha iyiye daha güzele ve daha doğruya olan inancı.” diye devam ediyor ve, “Eğer böyle olmasaydı, Hitler’ler hep başımızda kalırdı, Şarlo’lar da hep sürünürdü” diye bitiriyordu makalesini.

Livaneli’nin bu yazısında bahsettiği Charlie Chaplin’in yerine, birkaç gün önce artık sahneleri bıraktığını açıklayan Müjdat Gezen’i koyarak konuyu güncelediğinizde “mana ve meal”in hiç sırıtmadığını göreceksiniz!..

Her ne kadar o günün koşulları ile birebir benzemese de aynı anlamda bir büyük hikaye ile karşılaşacaksınız.

Müjdat Gezen’in, tıpkı şarlo gibi “barışı, adaleti, özgürlüğü kışkırttığı” için yasaklanan gösterilerinin, kapatılan okullarının, beyaza beyaz, siyaha siyah dediği için mahkeme koridorlarında süründülüşünün, bu ülkenin gençlerinin geleceği için verdiği mücadelenin hikayesinin Şarlo’nun hikayesinden büyük bir farkı olmadığını görecek, ileride vicdanı olan insanların gözünde, tarihin bugünkü kesitini onurlandıran insanların ilk sıralarında Müjdat Gezen’lerin yer alacağını hissedeceksiniz. 


Gelelim başlıktaki soruya:
Üretimi ne olursa olsun, yaşadığı çağa karşı sorumluluklarını ciddiye alan, üslubu ile tavrı uyumlu, samimi bir mücadele veren bazı sanatçıların sahneleri büyür.
Sahneleri dünya olur.
 

 Müjdat Gezen gibi ‘sahnesi yaşadığı dünya’ olan bir usta sahneyi bırakabilir mi?

Ölene kadar bırakamaz!

Ömrü uzun olsun…

 

 

Günün Tweeti

Aklımdaki soru:
14 Mayıs günü yapılacak seçimi Erdoğan kaybederse,

AKP çıkıp;

“Aday olması anayasaya aykırıydı” diye Yüksek Seçim Kurulu’na başvurup seçimi tekrar ettirir mi?
Murat Muratoğlu/Ekonomist

 

 

EYT’lilerin sorunu!

EYT’lilerin sorunu diyorlar!

EYT’lilerin ‘sorunu’ yok!

EYT’lilerin, bizzat ‘Erdoğan Hükümetleri Serisi’ tarafından uğratıldığı bir haksızlık var!

EYT’liler; maaşlarına zam, atama, tayin, teşrifat istemiyorlar!

Sadece, alenen uğratıldıkları haksızlığın giderilmesini istiyorlar.

Peki, bu abiler mi giderecek bu haksızlığı?

Ne demiş Einstein?

“Bir sisteme, giren maddeyi değiştirmeden, farklı sonuç çıkmasını beklemek aptallıktır!”

Siyasal islamcı yönetimlerin net fotoğrafı

Bir gemi, ne kadar büyük olursa olsun tabanında küçük bir delik varsa, yeterli bir sürede batar.

Mürettebat, o deliğe boşverip, geminin başka yerlerinde başka delikler aramaz.

2009 yılında, Ergenekon, Balyoz kumpaslarında, Zir Vadisinde, misal on yıl önce toprağa gömüldüğü iddia edilen askeri mühimmatın sarılı olduğu gazetelerin bir hafta öncesinin gazeteleri olduğu görüldüğünde, ya da aynı seri numaralı askeri malzemenin üç ayrı kazıda bulunduğu tutanaklara geçirildiğinde o iş bitmişti.
Olayın siyasal islamcı bir örgüt tarafından hazırlanmış bir kumpas olduğunun anlaşılması için tek bir sahte kanıt yeterliydi.

Memleketin kahir ekseriyesi anlamazdan, görmezden geldi.

İran, geçtiğimiz Cumartesi günü, Alireza Akbari isimli, 61 yaşındaki eski bir bürokratını ajanlık suçlamasıyla idam etti.
Aynı zamanda İngiltere vatandaşı olan Akbari’nin idamına İngiltere çok kızdı.

İdamdan sorumlu gördüğü İran Başsavcısı Cafer Montazeri’nin İngiltere’deki malvarlığını dondurduğunu açıkladı.

İran’daki siyasal islamcı yönetim ve bürokrasinin resminin nasıl bir resim olduğunu anlamak için İran İslam Cumhuriyeti’nin başsavcısının İngiltere’de, dondurulacak kadar mal varlığı olması dışında bir bilgiye ihtiyaç var mı?

Afganistan’ın siyasal islamcı yönetiminin fotoğrafını net görebilmemiz için, ülkedeki kız çocuklarına okumayı yasaklayarak, onları okul kapısından ağlata ağlata geri çeviren Taliban sözcüsünün, kendi kız çocuklarını yurt dışında okuttuğu itirafından başka örneğe ihtiyaç var mı?  

Suudi Arabistan’daki siyasal islamcı yönetimin fotoğrafını net görmek için, Kraliyet ailesinin, her saat 10 milyon dolar artan servetinin tamamına yakınının ABD banka ve piyasalarında olduğunu görmek yetmez mi?

—  

Türkiye’deki siyasal islamcı geçinen yönetimin fotoğrafını net görmemiz için, Halkbank davasında, ABD yaptırımları arasında, bir tehdit mahiyetinde de olsa, “Erdoğan ve ailesinin mal varlığının araştırılması” başlıklı bir maddenin bulunması yetmez mi?

–-

Gemiyi, zeminindeki tek bir delik batırır.
Başka delik aramanın manası var mı?

 

LOMBOZ 13 Ocak 2023

Eeyy Dünyanın Zenginleri!

“Bir insanın rahat yaşaması için ne kadar para gerekli?”
Gazeteci Meliha Okur, bu soruyu, Radyo Sputnik’deki programında Dilek Sabancı’ya sordu.


Dilek Sabancı kim?
Her ne kadar patronlarla uzlaşmaz çelişkisi olsa da, gençlik dönemimizde bizim solcuların da sempatiyle izlediği, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en komik patronu, merhum Sakıp Ağa’nın kızı!

Dilek Sabancı soruya: “Fazlasına gerek yok! 50, 100 milyon dolar yeterlidir. Bir evin bir araban olur, istediğin zaman istediğin yere seyahat edersin!”  diye cevap verince sosyal medyada kızılca kıyamet koptu!

Bir kesim:
“Vay sen bir Türk zengini olarak, mutlu yaşamayı nasıl dolara endekslersin?”

“Bankaların tüketici kredisi verirken bile tüketiciyi ‘Bak dolar almayacaksın ha, ölümü gör!’ diye yemin ettirdiği şu Kur Korumalı Mevduat günlerinde nasıl mutluluğu dolarla ifade edersin?” derken, diğer kesim:

“Vay biz ekmek alacak parayı bulamazken sen nasıl 50 milyon dolara, 100 milyon dolara ‘eh işte!’ dersin?” diye yaylım ateşine geçti.


Sanki 10 milyon Türk Lirası yeter dese, sorun olmayacak!

Dilek Sabancı, hemen ertesi gün özür diledi.
“Meramımı, sehven başka bir para birimiyle ifade ettim!” dedi..
Mevzu kapandı!

İşi, her ne kadar Sabancı ailesinin sosyal sorumluluk projeleri üreten vakfını yönetmek olsa da; ne bu gereksiz lince maruz kalan Dilek Hanım, ne de onu eleştirenlerin büyük çoğunluğu, meselenin özünü doğru görememişler!

Para biriminde ya da miktarında takılıp kalmışlar!

Bu arıza sadece bizde değil!
Dünyanın kahir ekseriyesinin bir türlü anlayamadığı şey şu:

Rahat ve konforlu yaşamak başka şey, mutlu yaşamak başka şey!

Artı, mutlu olmak salt kendini mutlu etmeye çalışmakla sonuca ulaşılabilecek bir hedef değil.

Çünkü mutlu olmak bireysel bir mesele değil!..


Ey dünyanın zenginleri!
Eyy saraylarda, malikhanelerde yaşayan, varlıkları para olan yoksullar!

Etrafında mutsuz insanların oluşturduğu bir çemberde yaşamak, kenarları aç timsahlarla dolu, durgun ve güzel bir gölde yüzmeye benzer.
Stresiniz, yüzmekten aldığınız hazzı bastırır.
Çünkü stres hormonlarınız devrededir.
Timsahlara yem olmasanız da kalpten gitme ihtimaliniz yüksektir!
Ne 11 Eylül’leriniz biter, ne sokak katliamlarınız!..
50 korumayla hiç bir geziden zevk alamazsınız!

Anlayın şunu artık!

Gerçek mutluluk almakla, kazanmakla değil paylaşmakla yaşanır.
Paylaşmaktan haz almak, çalışılmış bir bilinç seviyesidir.
Sonuçta mutluluk, kandaki hormonlarla tezahür eden bir kimyasal durumdur.
Paylaşan insan, mutluluk hormonları salgılar.
Endorfin, epinefrin, oksitosin salgılar…

O hormonlar sadece sizi mutlu etmekle kalmaz.
Kanserden korur. Kalp krizinden korur..

Savunmanızı diri tutar. Hastalıklardan, bulaşılardan korur.
Bazı yoksunluklarınız olsa bile sadece paylaşarak mutlu olabilirsiniz.

Paylaşmayan bir dünyanın gelecek güvencesi yoktur!

Gelecek güvencesizliği fakirde de zengin de de aynı desibelde mutsuzluk yaratır.
Gelececek güvencesi olmayan insanların çoğunluğunu oluşturduğu bir dünya, ne zengini ne de fakiri mutlu eder!

Ameliyatı da asistanlarla mı yapacaksınız?
Bütün ayarlar yavaş yavaş ve itina ile bozulurken ‘serbest hekimleri’ atlamak olur muydu?

Tabii ki olmazdı!..

Sağlık Bakanlığının serbest hekimlere yönelik, özellikle de cerrahları etkileyen bir acaip yönetmeliği geçtiğimiz hafta yürürlüğe girdi.

Olayın özeti şu:

Türkiye’de 9 bin serbest hekim var.

5 bin’i aynı zamanda cerrah..

Bu cerrahlar operasyonlarını, operasyonun niteliğine uygun hastanelerde, o hastanelerle anlaşma yaparak gerçekleştiriyorlar.


Bundan sonra bu cerrahların sadece 500’ü, operasyonlarını hastanelerde yapabilecekler.

Neden?

Bilmem..

Bizim yöneticilerle ilgisi yok!

Öyle istedi Roma İmparatoru Caligula..

4.500’ü, ağzıyla kuş tutsa, konusunda dünyanın en usta cerrahı olsa hastasını ameliyat edemeyecek.

Dünyanın her yerinden hasta çeken, ülkeye döviz kazandıran bu işinin uzmanı cerrahlar ne yapacak?

Bildiniz!.. “Bırakınız giderlerse gidecekler..”

Bu tecrübeli uzman cerrahları yabancı ülkeler havada kapar.. 

Onlara birşey olmaz.

Olan yine bize olacak!

Hayır, paramız yetmese de seçeneğimiz vardı.

Artık o da olmayacak!  

Vesayet

Vesayet, bir gücün siyaseti ele geçirmesi ve onu kamuoyunun taleplerini umursamadan, kamuoyunun aleyhine olmasına aldırmadan yönetme hevesidir.

Bu heves sadece, bellerinde taşıdıkları kılıçların ucuyla istedikleri gibi sınır çizebilme gücüne sahip olduğunu düşünen, süslü apoletlerle bezenmiş, haki üniformalı, ‘cool’ duruşlu asker abilerde tezahür etmez.

Vesayet, uygun demini, verimli ortamını bulduğunda, ata yakalı, pudra beyazı gömlekleri, iğneli kravatlı lacileriyle, takım elbiseli zevatın içerisinde de filizlenebilir.

Vesayet, bir kıyafet meselesi değil bir aykırı bilinç durumudur.
Vesayet, bazen kutup, bazen de elbise değiştirir

Genç Mustafa Kemal’e, ilk suikast girişiminin; daha bir Osmanlı Paşası iken, gizli İttihat ve Terakki toplantılarında, ısrarla sergilediği vesayet karşıtlığı yüzünden, Beşiktaş, Akaretler’e inen yokuştaki Bezm-i alem Valide Sultan Çeşmesinin tam karşı kaldırımında yapıldığını biliyor muydunuz?

Zaman geçer.

Cumhuriyet Devrimlerinin en ateşli dönemlerinde, Amerikalı bir gazeteci Atatürk’e sorar:
“Sizin için diktatör diyorlar, ne diyorsunuz?”

Atatürk gayet sakin başını sallar..
“Evet, doğru diyorlar!” der…
Amerikalı gazetecinin, hiç beklemediği bu kabulün şaşkınlığı henüz yüzünde asılı dururken, “bir farkla!…” diye devam eder Atatürk…
“Biz demokrasiyi dikte ediyoruz!” 


Haftanın Tespiti

“Türk yargısı bugün, kendi Fetullahçılarını koruyup, karşıtlarına Fetullahçılık yaftasını giydiren bir aparata dönüştürülmüştür!”

Barış Terkoğlu / Gazeteci

LOMBOZ 6 Ocak 2023

 

 

Patella refleksi..

İnsan vücudundaki sinirler saniyede ortalama 70 metre hızla elektriksel iletim yaparlar.

Ortalama 1,70 boyundaki bir insan, ayağını bir zemine bastığında, o zeminin duygusunu, 24 milisaniyede beyninde hisseder. 

 …

24 milisaniye, bir saniyenin binde 24’ü anlamına gelen müthiş bir hızdır.
Göz açıp kapama, bu hızın yanında kağnı hızı gibi kalır.

Sinirlerimizin iletim hızının daha iyi anlaşılabilmesi için saatte 250 kilometre hız yapan bir otomobili düşünün!.. 

Sinir iletimiz bu otomobili sollar…

Ancak; üç buçuk milyar yılda deneye yanıla bu mükemmel hale ulaşmış, canlıların en gelişmişi olduğu varsayılan bir ‘memeli’ye bu hız da yetmez!

Diyelim ki bastığınız zeminde ayağınıza bir diken battı!
Bu durumda, dikenin, ayağınıza en az hasar vereceği kadar bir sürede ayağınızı geri çekmeniz gerekir.
Ayağınızı geri çekmeniz için: 24 milisaniye iletinin beyne gidişi, verinin beyinde işlenmesi süresini yok saysak bile, 24 milisaniye de beyinden “ayağını geri çek” cevabının ayak kaslarına geri dönüşü, toplam, en az 46 milisaniyelik bir zaman geçmiş olur.

Organik bir varlık için ne kadar büyük bir hız olsa da, evrim bu müthiş hızı yeterli bulmaz.

Tepki süresini daha da kısaltmak için mekanizmaya bir buluş daha ekler: “refleks”.

Bu mükemmel buluş sayesinde, kritik bir algıyı beynimize göndermeden, beyinsel bir düşünce algoritmasına sokmadan, bu ara istasyonlar aracılığı ile hızla cevaplayıp tepki süresini olabildiğince kısaltıyor, belki bu minicik zaman farkı ile hayatımızı kurtarıyoruz.

Özetle söylemek gerekirse, aslında bir çok ani duruma, beynimizi kullanmadan, bu ara refleks istasyonları aracılığı ile; fiziksel reflekslerimizle karşılık veriyoruz.

Örneğin doktorların, dizimizdeki uygun bir alana çekiçle vurarak tepkisini ölçtüğü ‘patella refleksi’ bu özel istasyonların en fotojenik olanlarından biri. 

Şimdi gelelim vehbinin kerrakesine!

Refleks, sadece fiziksel bir yetenek olmakla sınırlı bir olgu değil.
Yani sadece alnımızın ortasına doğru gelen, son anda fark ettiğimiz bir taştan kurtulmamızı sağlayan bir mekanik özellik değil. 

Bilişsel ve sosyal reflekslerimiz de var.
Olağan koşullarda, hayatımızda birçok olaya, bu kez beynimizdeki refleks alanlarından, yani ‘duyusal reflekslerimizle’ reaksiyon gösteriyoruz.
Çünkü bu kolayımıza geliyor.
Evrimin, ezberimize yazdığı bu hazır yolları kullanmak, enerji tasarrufu yapmamızı sağlıyor.

Oysa rutin bir süreçte değiliz.
2 bin adet ‘maaşlı trolün’ ortalığa salındığının itiraf edildiği bir mücadele alanında her adımı düşünerek atmak zorundayız.


“Vay Kılıçdaroğlu neden Amerika’ya gitmiş, neden Baykal’ı ziyaret etmiş, Karamollaoğlu neden şöyle yapmış, Akşener neden böyle konuşmuş!..”

Bulunduğumuz ekstrem, katastrofik koşullar göz önüne alındığında bu reaksiyonlarımızın büyük çoğunluğunun sosyal refleks istasyonlarımızın yanıtladığı otomatik tepkiler olduğunu net olarak anlamak gerekiyor.

… 

20 yılda yaratılan ‘post truth’ dünya bu kadar ortadayken, hiç birimizin otomatik, refleks yaklaşımlarla çözümü zora sokma lüksü yok!.

Problemleri, şöyle bir geri çekilip anlamaya çalışarak bakalım.

Reflekslerimizi bastırarak, basit bakalım. 

Hayat basittir…

Benim altınlar kimde?

Emekliye verilen zamma bakar mısınız?

Zamlar açıklandığında bir emekli olarak kendimi, yeğeninin düğününde, pistte şuursuzca göbek atan bir dayı gibi hissettim..


“yapıştııır!” diye bağırıyorlar…

Yüzde yirmi beş..…

“yapıştııır!” diye bağırıyorlar…

Yüzde beş daha..…

 

“Yapıştıırr!”

Yüzde üç daha yolda!

Mutfak enflasyonum yüzde 180 artmış…
Maaşım yüzde 30…

Bir ülkede çalışanların yıllara göre satın alma güçlerindeki değişim, en doğru emekli maaşları üzerinden ölçülür.

Nasıl mı?

Bütün dünyada kuraldır.
Çalışan, terfi alır, prim alır, ikramiye alır, maaş standardı değişebilir.
Ama emeklinin böyle pozisyonları olmadığından, maaşı belli bir stardart çizgisinde sabittir.


Temel söylem: ‘Emeklilerin enflasyona ve hayat pahalılığına ezdirilmediği’ değil midir?.

O halde emeklinin satın alma gücünün belli bir çizgide stabil tutulması esastır.

Örneğin, bir emekli maaşı, her yıl Ocak ayında aynı sayıda ekmeği almalıdır. Hatta aynı miktarda altın almalıdır!

Ne az ne de çok!

 

Şimdi gelelim bizdeki duruma:

2010 yılında emekli olduğumda aldığım maaş, tam 13 çeyrek altın alıyordu.
Şimdi bütün artışlarla aradan geçen 12 yıl sonunda son zamla birlikte sadece 4,5 çeyrek altın alabiliyor olacak.

Yani 12 yılda benim gelirim aylık bazda 8,5 çeyrek altın kadar erimiş oldu.
Eğer maaşım emekli olduğum 2010 yılındaki düzeyde tutulabilmiş olsaydı ben bugün 24.180 TL emekli maaşı alıyor olacaktım.

Oysa yapılan zamla bile ancak bunun üçte birini alabiliyorum.

İktidarın hesaplarına göre sürekli zenginleşiyorsak benim altınları kim alıyor kardeşim?

 

Acaba bunlardan birisi şu “hepi topu iki buçuk kilo altınım var” diyen abla olabilir mi? 

 

Son Doğalgaz Bükücü

Yapmayın beyler!

Gündem değişince gaz ve petrol bulma işleri aksıyor!

Müjdeler arada kaynıyor…

Bırakın bu boş cinayet mevzularını, adaletsizlik, yargıda bozulmuşluk meselelerini.. 

Hazır Lozan’ın süresi de dolmuşken, gizli maddeleri kadük olmuşken!

…  

Yazıktır…

 

Orta direk bulundu

Bu iktidarın maden bulma konusundaki becerikliliğini ve ileri görüşlülüğünü takdir etmemek mümkün değil. 

Hani ortadan kaybolan bir ‘orta direk’  vardı ya; hem onu bulmuşlar hem de bulmakla kalmayıp ona yönelik bir Toki konut kampanyası düzenlemişler.  

Kampanyaya göre orta direk, aylık 9,500 ile 55.000 TL arası, 15 yıla varan taksitlerle ev alacak. 

Gerçi bulduklari orta direğin, orta direklik bir hali kalmadığı için adını ‘orta gelir grubu’ olarak değiştirmişler ya, o kadarcık olsun. 

Benim bildiğim tanıdığım, bu gruba giren ‘çoklu maaşlı’ bakan yardımcıları ve saray efradından başka kimse yok. 

 

Bildiklerim, ya Toki tarafına bakmayacak kadar zenginler ya da evcek maaşlarını toplasan bir sosyal konut taksidi etmeyen, ay sonunu nasıl getireceğini düşünmekten başka projeleri olmayan garibanlar. 

Gelelim iktidarın ileri görüşlülüğüne!..

Ortalama ücretin asgari ücret civarinda gezindiği bir ülkede, 55 bin lira taksit nasıl bir “sosyal proje” oluyor demeyin.
… 

Siz o 55 bini bu gidişle, çok değil 2 sene sonra görün.  

Aha da buraya yazdım.

 

 

Köpek nereden bilsin?

 

 

Köpek nereden bilsin?

Hitler’in kurt köpeği, Hitler’in kurt köpeği olduğunu bilir miydi?


Bilmezdi.


Onun için Hitler, ona yemek veren, onunla oyun oynayan, onu seven bir sahipti.


Peki, Hitler onu gerçekten sever miydi?
Hayır!
İnsanı sevmeyen, hayvanı sevebilir mi?

Hitler’in köpeğine olan tutkusu, onun kendisine sağladığı eğlenceden, gösterdiği yararlılık ve sadakatten ve bu gösterinin verdiği tatminden kaynaklanıyordu.
Nedenini birazdan anlatacağım.


Hitler’in dişi bir Alman kurdu olan köpeğinin adı Blondi idi..
Blondi, Nazilerin propaganda dahisi Goebbels tarafından, Hitler’i bir *

“hayvansever” olarak göstermek için, Nazi propaganda makinesinin bir aparatı olarak kullanıldı. 

Geçtiğimiz hafta, Devlet Bahçeli’nin bir il teşkilatının başına atadığı bir yönetici, Bahçeli’ye teşekkür mahiyetinde, adam boyunda bir resim hediye etti. 


Resimde Atatürk, bir kurt köpeği ile birlikte, yarım profilden alınmış bir kadrajda, ufka doğru bakıyordu. 

Atatürk köpekleri çok severdi ama Atatürk’ün hiç bir zaman böyle bir kurt köpeği olmamıştı.
Sahiplendiği köpeklerin hepsi de av köpeği cinsinden köpeklerdi.
Sofya Askeri Ateşeliğinden dönüşte yanında getirdiği ve Çanakkale Şavaşı boyunca yanından ayırmadığı ‘Alp’, 

Kurtuluş Savaşında bir Yunan generalin ardında bıraktığı ve Atatürk’ün sahiplendiği ‘Alber’ ve son olarak; 

Cumhurbaşkanlığı döneminde Köşk’te beslediği, zaman zaman yurtiçi gezilerine bile yanında götürdüğü puanter cinsi av köpeği ‘Foks’ Atatürk’ün bilinen üç sadık dostuydu.

Gelelim hediye fotoğrafa:
Bu MHP’li arkadaşın, Devlet Bahçeli’ye  hediye ettiği resimdeki köpek Atatürk’ün portresine ‘fotoşoplanmış’ bir Alman çoban köpeğiydi. 

Peki bilin bakalım bu köpek kimin köpeğiydi?

Hitler’in benzer duruşlu bir fotoğrafı ile Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafı kolajlanarak elde edilen resimdeki bu köpek, Hitler’in yanından ayırmadığı Blondi isimli dişi Alman kurduydu.
Sadece köpek değil, köpeğin tasma kayışını tutan ve Atatürk’ün eli olarak gördüğümüz sağ el de Hitler’in sağ eliydi. Arka plandaki dağlar Atatürk’ün hiç görmediği Bavyera Alpleri, mekan da Hitler’in çok sevdiği ama Rus orduları yaklaşınca bir daha uğrayamadığı, Berghof’daki dağ eviydi.
Atatürk, Hitler’in, Berghof’ta çekilen köpekli fotoğrafının üzerine montajlanmıştı.

İşin ilginç tarafı şuydu ki, son çeyrek yüzyıldır “Devlet’e istikamet veren” bir partinin il başkanı, böyle bir fotoğrafı, adam boyunda çerçeveleterek, partisinin genel başkanına şükran hediyesi yapıyor ve önünde, birlikte fotoğraf poz veriyorlardı.


Bilseler yapmayacakları muhakkak!
Ama sorun da bu ya; 

Bilmeden yapıyorlardı. 

Bilmiyorlardı!

Daha kötüsü, bilmeyi de önemsemiyorlardı..

Halbuki, Google’a şöyle bir baksalar görecekler!.. 

Gelelim Hitler’in hayvan severliğine!
Rus askerlerinin, Berlin sınırını geçtikleri haberi geldiğinde, Hitler, sığınağında, sevgilisi Eva ile birlikte intihar için hazırlanıyordu.

Özel doktoruna bile güvenmediği için, onun getirdiği iki kapsül siyanürden birini zavallı Blondi’de test ettirdi.
Zehirin gerçek olup olmadığı kadar, içince nasıl ölündüğünü görmek istiyordu.


Blondi anında ölmüştü!


Peki Hitler tarafından test için zehirletilen Blondi ve ardından Hitler’in yaveri tarafından öldürülen iki yavrusu sağ bırakılsaydı, savaşı kazananlar onlara, ‘Hitler’in köpekleri’ diye işkence mi yapacaklardı?
Boğazlarına ip bağlayıp yerlerde mi sürükleyeceklerdi?

Nazi propoganda makinesinin küçük bir aparatıydı Blondi.

Tıpkı hediye fotoğrafta olduğu gibi önemsiz bir detaydı..

Aslolan, fotoğrafın kendisiydi…

 


Peynir mi dedin?

Defalarca yazdık, çizdik!..

Peynirin etten daha pahalı olması; tekerleğin otomobilden daha pahalı olması gibi bir şeydir.

Çaresiz kalan besicinin ineklerini kesime göndermesi nedeniyle oluşan geçici bir piyasa dengesizliğidir. 

Bu felakettir! 

Tıpkı şeker fabrikaları gibi,

Tıpkı kağıt fabrikaları gibi,

Tıpkı tekel fabrikaları gibi, 

Canlı, dört ayaklı “süt ve peynir fabrikalarının” göz göre göre yok edilmesidir.

Peynirin etten pahalı olması, hem eti hem peyniri rüyamızda göreceğimiz günlerin işaretidir.


Ne gazmış be!

Daha öncesinde bulunmuş, sonra tekrar bulunmuş ve daha sonra bi daha bulunmuş doğalgazı yine bulduk!..

Sonra aynı gazı bi daha bulduk. 

Bitti mi?
Bu kadar bulmuşken bi kere daha bulalım dedik. 

Bi daha bulduk! 

Artık bir daha bulamayız artık derken, baktık ki bi daha bulmuşuz.. 

Yok artık anasının gözü!  Daha da bulamayız diye düşünürken baktık, yine gaz!.. Yok lan! Bu son artık diye düşünüyorduk ki.. Anaa! yine doğalgaz bulduk! 

Tam döndük gidiyoruz, buyur tam önümüzde bu sefer… 

Gaz mı baktık! Valla bu da gaz!

Artık bitti daha da bulamayız derken bi baktık… 

Demirören’in Piyango bahtsızlığı

Diyanet, “bütün şans oyunları haramdır!” ifadesiyle Lotto’ya Toto’ya, Milli Piyango’ya son noktayı koyunca, yandaş cenahın bir bölümünde bir muhayyile teklemesi yaşandı! 

Motordan, benzine pislik karışmış gibi garip sesler gelmeye başladı.

Öyle ya, şimdi piyango haram ise, piyangonun sahibi bizim tüpçü ve İtalyan ortağı ise; tüpçüye piyangoyu alması için devlet bankası kredi vermiş ise; biz de bu kredinin arkasında duvar gibi durmuş isek; şimdi piyango nasıl haram oluyor? 

Yandaş cenah, Diyanet İşleri Başkanını ciddiye alırsa, piyango bileti almayacak.
Yandaş olmayan kesim ise zaten yaşanan şaibeler yüzünden bir kaç senedir piyango bileti almıyor.
O zaman Tüpçü ile İtalyan ortak kime satacak bu biletleri?


Acaba, “Kanal İstanbul” gibi baba bir Sülün Osman projesiyle, yeni bir kampanya yapıp Araplara satabilirler mi?
Sonuçta o da piyango bu da piyango!